1919’dan 2019’a
- Bülent Gürsoy
- 16 Eki 2017
- 9 dakikada okunur
Yazımın başlığı “1919’dan 2019’a” ancak, yazımda 1919’a nasıl gelindiğini ve 1919’dan sonraki süreçte Cumhuriyet’in nasıl kurulduğunu anlattıktan sonra hızla günümüze getireceğim ve 2019’a vurgu yapacağım.
Başlangıçtan beri yazdığım yazılarım kavramsal ve tarihsel yazılar oldukları için biraz uzun oluyor ama sonraki yazılarımda daha kısa yazılarla karşınıza çıkmaya çalışacağımı ifade ederek, özrümü kabul etmenizi dileyerek, bu arada da bu yazıyı heyecanla okuyacağınıza inancımı belirterek konuya girmek istiyorum.

1919’a nasıl geldik, Cumhuriyet’i nasıl kurduk.
Maltepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölüm Başkanı değerli bilim insanı Yard. Doç. Dr. Orhan Çekiç’in verdiği çeşitli konferanslarındaki konuşmalarından derlemelerle anlatmaya başlayalım:
30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Anlaşması’nın imzalandığı gündür.
Bu anlaşmayı, Ege Denizi, Limni Adası, Mondros Limanı’nda demirlemiş Agamemnon Zırhlısı’nda İtilaf Devletleri ile Bahriye Nazırı Hüseyin Rauf Orbay imzalamıştır.
Anlaşmayla, Osmanlı Devleti’nin bütün toprakları elinden alınmaktadır.
Anadolu da elden gitmektedir.
Mustafa Kemal Halep’ten çığlık atmaktadır: “Bu koşullarla bu anlaşmayı imzalamayın.” demektedir.
Kendileri için önemli gördükleri her yeri işgal edebilecekleri vardır anlaşma maddelerinde.
Anlaşmadan 15 gün önce 15 Ekim günü, 8 telgrafla neredeyse yalvarmaktadır. “7. Madde orda durdukça bu devlet tümüyle batar, bunu yapmayın.” demektedir.
10. Madde Toros Tünelleri ile ilgilidir.
Mustafa Kemal İskenderun’da 7. Ordu Komutanıdır.
“Bırak İngilizler geçsin.” denilmektedir.
“Nereye kadar geçsin.” diyen Mustafa Kemal’e:
“Toroslar’ı terk et, Toros Tünelleri’ni İngilizler’e ver.” emri gönderilir.
Mustafa Kemal Cevap verir:
“10.000 İngiliz gelirlerse mi terk edeceğim yoksa 300 kişiyle gelirlerse de mi terk edeceğim, siz yaptığınız anlaşmanın metninin içeriğini iyi okudunuz mu, Toros Tünelleri demek 10 tane tünel, Amanoslar’dan, İskenderun’dan başlar, Ulukışla’dan çıkar, Anadolu elden gider.” der.
“Nasıl olur Toros Tünelleri’ni teslim etmem istenir benden.”
İstanbul’a çektiği telgrafta:
“İngiliz, İskenderun’a zorla girmeye kalkarsa ateş emrini verdim.” der.
İngilizler, 3 Kasım’da Musul, 6 Kasım’da Kerkük’ü teslim almıştır.
Saray: “Evet hükümler çok ağır ama İngilizler ileride bize inayette bulunur.” söylemiyle anlaşmayı imzalamıştır.
Yıldırım Orduları Komutanı olan Mustafa Kemal’e 8 Kasım 1918 günü gönderilen telgrafla ordularının lağvedildiği bildirilir ve İstanbul’a dönmesi kaçınılmaz olur.
İstanbul’a geldiği gün, Haydarpaşa’da trenden iner, ayağını gara attığı anda 55 parça düşman donanması Boğaz’a girmektedir.
Karaköy’e geçmek üzere bindiği bir çatanayla gemilerin arasından geçerken, demir atmakta olduğunu gördüğü Yunan gemisi Averof’a bakarak, yanındaki yağveri Cevat Abbas Gürer’e (sonraki Bolu mv.); “Geldikleri gibi giderler.” der.
Ayağının tozuyla, İtilaf Devletleri’nin Genel Karargahı Pera Palas’a gider.
Orada İngiliz generali Harrington’un, masasına davet ettiği Mustafa Kemal “Onlar misafir, ben ev sahibiyim, yarın çekip gidecekler, onlar gelsinler bu masaya ben o masaya gitmem.” der.
Devletin parmağını kaldıracak gücü yoktur.
Hikâyenin arka planı şöyledir:
Osmanlı, 1854’te İngiltere’den aldığı 5 milyon altın tutarındaki krediyi ödeyemez ve bu borç büyüyerek 1875’e kadar 200 milyon altına kadar çıkar.
Osmanlı Devleti aslında, Sultan Abdülaziz’in, alacaklı devletlere; “Borçlarımı ödeyemiyorum.” dediği 1875’te batmıştır.
Bu sözden 3 ay sonra Sultan Abdülaziz tahttan indirilmiştir.
Yerine sırayla; önce 5. Murat (93 gün), sonrasında da Abdülhamit (33 yıl) geçer,
12 Aralık 1880 / İmparatorluk maaşları ödeyemez hale gelir.
Abdülhamit, alacaklı 8 ülkeyle masaya oturur, onlara olan 100 milyon altın borcunu siler, “Kalan 100 milyon’u öderim alacaklarınızı da kendiniz tahsil edersiniz.” der.
Böylelikle, Düyun-u Umumiye, Reji İdaresi kurulmuş olur.
Devamındaki uzun süreçte ordular teslim edilir, en önemli topraklar, üzerlerindeki insanlarla, vergi gelirleriyle, yeraltı zenginlikleriyle elden çıkar.
1918’e gelindiğinde artık her şey bitmiş, sona gelinmiştir.
4 Temmuz 1918 günü Sultan Vahdettin tahta geçer, 4 ay sonra 30 Ekim’de Mondros Ateşkes Anlaşması imzalanır.
İmparatorluğun 600 yıllık faturası Sultan Vahdettin’in kucağındadır artık.
Bu sıkışmışlığın ve çaresizliğin sonucunda, daha sonra Vahdettin tarafından İmzalanan (ancak, Kurtuluş Savaşı sonunda yapılan Lozan Anlaşması’yla geçerliliğini yitiren) SEVR Anlaşması ile İngilizler, Padişah’a diyorlar ki: “Sevr’e göre sana İstanbul’u verdik. İstanbul’da oturacaksın, Ankara da senin olacak, aradaki 15 il de senin olacak.”
Bu günkü Anadolu’nun 3’te 1’idir önerdikleri: “Ya bunları alırsın, ya da hiç bir şey alamazsın.”
Tablo şudur:
Mondros’ta orduları teslim ettik, sonrasında İzmir’e gir dedik. 80.000 Yunanlı İzmir’e çıktı, Ege işgal edildi. Bütün Akdeniz işgal edildi. İstanbul’a düşman donanmasının girmesi için mayınların temizlenmesi gerekiyordu, temizlettik, kendi elimizle 55 parçadan oluşan donanmayı İstanbul’a soktuk. Karadeniz’e Rum/Pontus nüfus taşınarak Anadolu’da azınlık nüfus arttırıldı, buna da ses çıkaramadık.
Bunları neden yaptık?
“Saray bir kurtuluş savaşı yapılabileceğine inanmıyordu”, ondan yaptık.
Bu koşullar içinde Mustafa Kemal Samsun’a gönderildi ve bu görevlendirmenin, iddia edildiği gibi bir kurtuluş savaşı başlatma planıyla hiç bir ilgisi yoktu.
1919 Samsun’a çıkış:
Mustafa Kemal Atatürk, 15 Ekim 1927’den başlayarak 6 gün sürdüğü için, yabancıların “Six Day Speech” veya “Marathon Speech” adını verdikleri, TBMM kürsüsünde günde 6 saat konuşarak aktardığı “10. Yıl Nutku / Nutuk” adlı eserinin ilk cümlelerinde, Samsun’a çıkışını şöyle anlatıyordu:
“1919 yılı Mayısı’nın 19'uncu günü Samsun'a çıktım. Genel durum ve görünüş: Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu topluluk, Genel Savaş’ta (Birinci Dünya Savaşı’nda) yenilmiş, Osmanlı Ordusu her yanda zedelenmiş, koşulları ağır bir ateşkes anlaşması (mütarekename) imzalanmış.
Genel Savaş’ın uzun yılları boyunca ulus, yorgun ve yoksul bir durumda.
Ulusu ve ülkeyi Genel Savaş’a sürükleyenler, kendi yaşamlarının kaygısına düşerek, yurttan kaçmışlar.
Padişah ve Halife olan (Saltanat ve halifelik katında oturan) Vahdettin soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini umduğu alçakça önlemler araştırmakta.
Damat Ferit Paşa'nın başkanlığındaki Hükümet; güçsüz, onursuz, korkak, yalnız Padişah’ın isteklerine uymuş, onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş.
Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta.”
İşte Atatürk’ün ağzından, 19 Mayıs 1919 günü ahval ve şerait bu halde.
Orhan Çekiç’ten o günleri ve yılları anlatan müthiş alıntılarla devam edelim:
İngilizler Samsun’a da çıkmak istiyor, azınlıklara saldırı var bahanesiyle bunun oyunlarını yapıyorlar.
O süreçte İstanbul’daki Paşa sayımız Mustafa Kemal dışında sadece 3’tür; Fevzi Paşa Genel Kurmay Başkanı’dır, silah taşıması yasaktır, kapısında İngilizler beklemektedir, yardımcısı Cevat Çobanlı Paşa ve daha sonra Konya’ya müfettiş olarak gönderilen Mersinli Cemal Paşa dışında kimse kalmamıştır.
Harbiye Bakanlığı emrinde görevli olan, o sıra bir uğraşı olmayan ve Samsun’a müfettiş olarak gönderilebilecek tek general Mustafa Kemal’dir.
Mustafa Kemal, Samsun’a bu ortamda gitmiştir.
Mustafa Kemal Paşa; Samsun’da köylerde huzursuzluk olduğu, azınlıklarla bir kargaşa yaşandığı söylencesini ortaya atan ve çözülmezse Samsun’a çıkarız diyen İngilizler’in engellenmesi amacıyla, karışıklıkları önlemek üzere, Saray’ın görevlendirmesi ve İngilizler’in izniyle, müfettişlik göreviyle yola çıkmıştır.
Beraberindeki 18 kişi 3 aylık geçici görevle gittikleri bilgisindedir ve ileride olacaklardan habersizlerdir.
Ne padişahın, ne de o 18 kişinin kafasında “Kurtuluş Savaşı” yoktur.
Kurtuluş Savaşı fikri, sadece ve sadece Mustafa Kemal’in kafasında vardır.
Mustafa Kemal’in görev emri 3 maddeyle sınırlıdır:
1- Askeri derhal silahsızlandırmak (15. Tümen’i terhis etmek).
2- Kurulan şûraları dağıtmak.
3- Köylerde var olduğu söylenen ayaklanmaları bastırmak.
Oysa uzun süredir Samsun’dan Anadolu’ya çıkma fırsatı kollayan ve bu vesileyle o fırsatı yakalamış olan Mustafa Kemal’in aklında iki konu vardır:
1- Ne yapıp edip düşman işgalini sonlandırmak.
2- Çağdaş bir devlet kurmak.
Terk etmemesi gereken görev yeri Samsun’dur ve yanında sadece devletin verdiği geçici görev yolluğu olan 3.000 Lira vardır.
Samsun’a çıktıktan sonra İngilizler’e, dedikleri gibi bir sorunun olmadığını kısa sürede kanıtlamıştır ve aslında görevi bitmiştir.
Dolayısıyla, geri dönmesi gerekmektedir ve İngilizler her adımını izlemektedir.
Oysa Mustafa Kemal, kafasındaki planı gerçekleştirmek çabasındadır.
Amaçları ve hedefleri doğrultusunda bundan sonra yapabileceği tek şey vardır: Kaçmak ve dağlara çekilmek.
İngilizler’i ve Saray’ı uyandırmamak için “bir jandarma olayını takip amacıyla, geçici görevle, karargahımla birlikte Havza’ya geçiyorum.” diye Saray’a telgraf çekerek kaçış planını uygulamaya sokar.
5 gün içinde 25 Mayıs günü Samsun’u terk eder ve bir daha dönmez.
Amaç: Kavak üzerinden; Havza, Amasya, Tokat, Sivas, Erzincan ve oradan da Erzurum’a ulaşmaktır.
Çünkü, bölgedeki 17 bin kişilik tek askeri birliğimiz, 15. Kolordumuz ve Kâzım Karabekir Paşa Erzurum’dadır.
İngilizler, ateşkes anlaşmasıyla, 650.000 askerin silahlarının alınmasını ve terhis edilmelerini istemişlerdir. 50.000 askerin bulunmasına izin vermişler ve bu izinle sadece 2 askeri birliğimiz kalmıştır. Erzurum dışındaki ikinci birliğimiz, Ankara’da bulunan ve Salacaklı Fuat Paşa komutasında olan 20. Kolordu’dur.
Verdikleri izinde İngilizler, "Anadolu’daki askerlerin; 15.000’i Erzurum’da, 15.000’i Ankara’da olacak, geri kalanları da 50-100 kişilik gruplar halinde Anadolu’ya yayacaksınız." demektedirler.
Bu şartlar altında Erzurum’a gitmekte olan Mustafa Kemal, 8 Haziran’da Harbiye Nazırı tarafından İstanbul’a geri çağrılır ancak, dönmez.
Zehir gibi bir ihtilal bildirgesi olan Amasya Tamimi’ni ilan ettiğinin ertesi günü olan 22 Haziran’da İstanbul Hükümeti tarafından görevden azledilir.
23 Haziran’da tüm posta merkezlerine çekilen telgrafta : “Bundan böyle, Mustafa Kemal Paşa’nın hiç kimseye emir verme yetkisi yoktur, Hükümet, verdiği bu yetkiyi geri almıştır, verdiği telgraflar dahi çekilmemelidir.” denilmektedir.
Mustafa Kemal Paşa 3 gün sonra Sivas’a geldiğinde öğrendiği bu duruma istinaden İstanbul’a çektiği telgrafta: “Benim verdiğim emri PTT olarak çekmeyecek namussuz bir PTT memuru çıkarsa Divan-ı Harbe Veririm.” der.
Bu sözün, o günün koşullarında “asarım” anlamına geldiğini herkes bilir.
Sonraki süreçte, İstanbul Hükümeti’nin her türlü çağrısına rağmen İstanbul’a dönmeyen Mustafa Kemal Paşa, 8-9 Temmuz gecesi üniformasını ve nişanlarını kaybeder.
Verdiği cevapta: “Resmi sıfat ve yetkilerden sıyrılmış olarak, yalnız milletin sevgi ve fedakârlığına güvenerek ve onun tükenmez feyiz ve kudret kaynağından güç ve ilham alarak vicdani görevine devam edeceği..."ni söyler.
Mustafa Kemal Erzurum’a bu koşullarla gelir ve Kongre, Oltu halkının desteğinde yapılır.
23 Temmuz - 7 Ağustos arasında yapılan Kongre’nin 2. günü kürsüye üniformasıyla çıkan Mustafa Kemal’e: “Paşa, paşa, artık asker değilsin neden halen üniformanla kürsüye çıkıyorsun?“ diye yapılan çıkışa, “param yok ki sivil bir kıyafet alayım” diyememiştir.
Haklı bulduğu bu söylemin sonrasında, Kongre’yi yönetirken, Erzurum Valisi Münir Akkaya’nın vereceği ödünç elbiseyi ve Emekli Bitlis Valisi Mazhar Müfit Kansu’nun fesini giymek zorunda kalmıştır.
Kongre 2.500 Lirayla yapılmış, bittiğinde kasada 80 Lira kalmıştır.
Kâzım Dirik hariç, beraberindeki bütün karargâh subayları istifa etmiş, maaşlar kesilmiş, herkes parasız ve aç kalmıştır.
İçtikleri çayın içine koyacak şeker dahi yoktur.
Kongre’de “Temsil Heyeti” kurulmuş, Mustafa Kemal de Başkan olarak yetkiler almıştır.
Devamında, Sivas’a gelip yeni bir Kongre toplaması gerekmektedir ama o heyeti Erzurum’dan Sivas’a getirecek olan 3 arabanın benzin parası yoktur.
Mustafa Kemal, para bulunamaması nedeniyle, Sivas Kongresi’nin başlayacağı 4 Eylül’e kadar olan boşlukta, Erzurum’da, günlerce zaman öldürmek zorunda kalmıştır.
Bir binbaşı emeklisi Süleyman beyin olayı duyup 900 Lirasını bağışlamasıyla sorun çözülür ve Erzurum Kongresi Temsil Heyeti Sivas’a geçebilir.
Türkiye’nin her bir tarafından cebinde beş kuruş para olmadan gelebilen 32 delege, Şekercizade İsmail Efendi’nin evinde 28 gün boyunca yatıp kalkar, durum öyle bir hal alır ki; manav sebze vermez, kasap et vermez, yiyecek içecek alamaz hale gelirler.
Bu paraların nasıl ödeneceği konusunda da kimsede herhangi bir bilgi yoktur.
Buna rağmen o yürekli insanlar hâlâ, “Ya İstiklal Ya Ölüm” demektedirler.
Bu koşullarda gerçekleşen Sivas Kongresi’nden sonra Ankara’ya gelinecek ve Meclis açılacaktır ama benzin parası dahil yine para yoktur.
Zorla alınmadıklarına dair düzenlenen makbuz ile Amerikan Koleji’nden edinilen; 6 teneke benzin, iki adet iç, iki adet dış lastikle yola çıkılacaktır.
Tarih 19 Aralık’tır, ne olursa olsun Ankara’ya gidilecektir.
3 araba vardır, üçünün de üstü açıktır, kış koşullarında seyahat edilecektir.
Hüsrev Gerede’ye: “Arkadaşların ceplerinde ne kadar harçlıkları varsa topla, git kumanya al, ne olursa olsun yarın Sultani’nin önünden yola çıkıyoruz.” der (Sivas Sultanisi, bugün müze olarak kullanılan binadır).
Ceplerde olan para toplanır, Hüsrev bey alışverişe gider, alabildiği; 20 ekmek, 10 yumurta, 2 okka peynirdir ve para bitmiştir.
Mazhar Müfit Kansu: “Paşam, bu bir cinayet, siz de ben de biliyoruz ki bu koşullarda gidemeyiz, 8 günlük yol gideceğiz (1919’un yol halleri ve Aralık ayı kış koşullarında), donup kalacağız, bir çözümüm var, izin ver yapayım.” der.
Mazhar Müfit, Edirne Mutasarrıfı iken tanıdığı, Sivas’taki Osmanlı Bankası’nın Şube Müdürü Oscar Schmidt’le görüşür, sıkıntıları anlatır ve kredi olarak 1.000 Lira borç ister: “Bu devleti kuracağız, bu parayı da mutlaka öderiz.” der.
Cevap :”Derhal”dir.
Bunu Mustafa Kemal’e heyecanla, “buldum parayı” diye anlatan Mazhar Müfit’e Mustafa Kemal: “Sakın ha sakın, İstanbul Hükümeti adımızı eşkıyaya çıkarmışken bir de bankalardan zorla para topluyorlar dedirtmeyin bana, şu işi kendimiz çözelim.” der.
Ama çözülemez, çaresiz kalınarak kabul edilir.
Osmanlı Bankası Müdürü Oscar Schmidt, verdiği düzmece bir senetle (emekli valiye kredi verilemeyeceğinden), üzerine “Tüccardan Mazhar Müfit Bey’e” yazar, diğer memurlar görmesin diye şubeyi erkenden açarak, parayı kendisi bizzat verir (bu senet, Osmanlı Bankası’nda hâlâ teşhir edilir).
Alınan bu 1.000 Lirayla Temsil Heyeti 27 Aralık’ta Ankara’ya gelir, Meclis’in açılması için çalışmalara başlar.
12 Nisan’a gelindiğinde, Sultan Vahdettin, İstanbul Meclisi’ni (Meclis-i Mebusan’ı) kapatmış ve İstanbul Hükümeti her türlü denetimden uzak kalmıştır.
Bu tarihten 10 gün sonra 23 Nisan 1920’de; 68’i İstanbul’dan kaçabilenler olmak üzere, Anadolu’nun değişik yerlerinden, hızla yapılan seçimlerle belirlenerek gelen temsilcilerle Ankara’da Meclis açılır.
Birinci Meclis, son derece yurtsever, fedakar bir Meclistir.
Amaç vatanı kurtarmaktır.
Savaşlar bu meclisle yapılmıştır.
2 yıl sürecek; iki başlı, şüpheli, çelişkili ve kargaşa içeren bir süreç başlamıştır.
Bu süreçte 14 iç isyan çıkmış/çıkarılmıştır.
Bütün bu zorluklar içerisinde;
1920 – 1922 arasında Kurtuluş Savaşı gerçekleştirilmiş, 9-11 Ocak 1921 arası 1. İnönü Muharebesi, 23 Mart 1 Nisan 1921 arası 2. İnönü Muharebesi, 10-25 Temmuz 1921 arası Kütahya-Eskişehir Savaşları, 23 Ağustos / 13 Eylül 1921 arasında da Sakarya Savaşı ile süren kurtuluş mücadelesi 30 Ağustos 1922’de yapılan Büyük Taarruz’la zafere ulaşmıştır.
Büyük Taarruz’da millet, insanüstü bir mücadele ortaya koymuştur.
Milletin ordusu, 30 Ağustos / 9 Eylül 1922 arası durmaksızın savaşarak hareket halinde olmuş, Mehmetçik, 10 gün üst üste sırtında 17 kg yükle 400 km’yi günde 40 km olmak üzere aralıksız koşmuştur.
Yeryüzünde hiçbir ordu 10 günde 400 km koşma performansını göstermemiştir.
10 günde 10 maraton koşulmuştur.
Bu mücadelenin sonunda çok önemli haklar elde edilebilmiş, sınırlar belirlenmiş, zafer, Lozan Anlaşması’yla masada taçlandırılmıştır.
Ancak, gerçek şudur ki, millet ve yeni kurulan devlet yokluklar içindedir.
İşte Cumhuriyet böyle kuruldu.
O, bu cumhuriyeti kurarken yeryüzünde aynı kuruluş (temel) niteliklerine sahip sadece 5 cumhuriyet vardı.
Okur-yazar oranı %3’tü, toplumun %97’si cahildi.
Cahil halk, yerde, üzerinde Arapça harfler olan bir kağıt parçası bulsa (Halide Edip’in romanından bir parça da olsa) bilmeden, Kur’an parçası sanıp öpüp başına koyuyordu.
Bu ortamda Mustafa Kemal, asıl kurtuluşun taarruzlarda olmadığını ifade ederek, bu zaferi; bilimsel alanda taçlandırmamız, beyinlerimizi geliştirmemiz, kültür toplumu olmamız ve bunu eğitimle yapmamız gerektiğini anlatıyordu.
Hedefleri somut ve belliydi.
Türkiye Cumhuriyeti’ni 3 sac ayağı üzerinde kurdu:
1- Halk egemenliği
2- Laiklik
3- Hukuk devleti
Sonrasında da bu temel ilkelere uygun devrimlerini yaptı, yasalarını oluşturdu, yapısal ve kurumsal düzenlemelerini gerçekleştirdi.
Bütün dünya Mustafa Kemal’in büyüklüğü önünde selam durdu.
Doğumundan yüz yıl sonra UNESCO, daha önce başka bir lider için yapmadığı bir şekilde, 1981 yılını, “Atatürk’ün Doğumunun Yüzüncü Yılı” olarak ilan ederken gerekçe şuydu:
“Atatürk; uluslararası anlayış, işbirliği ve barış yolunda çaba göstermiş üstün kişi, UNESCO’nun yetki alanlarında yenilikler gerçekleştirmiş bir devrimci, sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önderlerden biri, insan haklarına saygılı, insanları ortak anlayışa ve devletleri dünya barışına teşvik eden, bütün yaşamı boyunca insanlar arasında; renk, din, ırk ayırımı gözetmeyen, eşsiz devlet adamı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusudur.”
İşte o Mustafa Kemal, halen bizim; ışığımız, yol göstericimiz, dayanağımız, hiçbir zaman tükenmeyecek umudumuzdur.
2019’da ne olmalı.
Yukarıda anlattığımız müthiş yolculuğun hikâyesini hatırlayarak,
1919 koşullarına gelinirken oluşan hareketlerin temsilcileri ve öncüleri, o muhteşem insan Mustafa Kemal’in önderliğinde nasıl bir liderlikle hangi mekanizmalarla akıl yürüttülerse ve nasıl sonuç aldılarsa, aynı şekilde düşünerek ve düşüncelerimizi eyleme dökerek sonuç almalıyız.
O günlerin koşullarına hızla ilerliyor olmakla birlikte, halen o günlerdekinden daha kötü durumda değiliz.
1919-1927 arasında yaklaşık 10 yıl gibi kısa bir sürede, nasıl bir kararlılık ve güçle; Cumhuriyet kurulup devrimler yapılmışsa, Türkiye’nin çağdaşlık yolunda temelleri atılmış ve kurumsal yapıları oluşturulmuşsa, 2019-2027 arasında da aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti’ni yeniden kurmalıyız.
Yine Samsun’dan başlayarak, yüz yıl sonra yeniden bir “10. Yıl Marşı” yazmayı hedeflemeliyiz ve 10 yılda yazmalıyız.
YAZACAĞIZ







Yorumlar