Cumhurumun Başkanı
- Bülent Gürsoy
- 18 Eyl 2017
- 3 dakikada okunur
AKP Genel Başkanı Erdoğan, aslında İstanbul Belediye Başkanlığı döneminden beri; benim müdürüm, benim daire başkanım, benim meclis üyem diyerek ilk işaretlerini veriyordu.
Parti başkanı olduğunda sürdürdüğü söz konusu işaretleri, Başbakan olduğunda, güçlendirerek; benim bakanım, benim müsteşarım, benim genel müdürüm, benim valim, benim kaymakamım, benim polisim söylemleriyle geliştiriyordu.
Cumhurbaşkanı olduğunda ise; benim Başbakanım, benim Genel Kurmay Başkanım, benim MİT Başkanım, derken, benim milletim’le zirve yapıyordu.
Benim, benim, benim …
Ben, ben, ben ...
Demek istediği şuydu: “Ben tek olacağım, her şey bir tek benim olacak ve benim kalacak”.
Önüne çıkan tüm engelleri yok ederek, asıl hedefi olan teklik yolunda, “kendi dil tekniği”yle; “Cumhurumun Başkanı” olmayı başardı.
Değişik dönemlerde AKP’de görevleri olan müritleri O’na şöyle sesleniyorlardı:
Sinop Boyabat Belediye Başkanı Şefik Çakıcı: “Ümmetin liderinin memleketi Rize kutsal topraklardır.”
Çayeli Belediye Başkanı Rıza Çakır (Yerdeki bir televizyon cihazı için): “Erdoğan’ın konuşacağı televizyon yere konulamaz.”
Of Belediye Başkanı Oktay Saral: "Allah, Başbakanımızı (Erdoğan’ı) bizim başımıza nasip ettiği için her gün iki rekat şükür namazı kılmamız gerekir."
Bakara-makaracı Bakan Egemen Bağış: "İstanbul, Rize ve Siirt mübarektir.”
Yeni Asır Yazarı, Erdoğan Sevdalısı Atılgan Bayar: “Erdoğan Halife-i ruyi zemindir" yani "bütün yeryüzünün halifesidir".
Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin: "Erdoğan'a dokunmak bile ibadettir."
Aydın İl Başkanı İsmail Hakkı Eser: "Erdoğan ikinci Peygamberdir."
Düzce Milletvekili Fevai Arslan: "Erdoğan Allahü Teâlâ’nın tüm vasıflarını üstünde toplayan bir liderdir."
Erdoğan da bunlara karşılık, anlamın Yüce Allah'a, sözlerin Hz. Peygamber'e ait olduğu bir “Kudsî Hadîs”i kendi sözü gibi tekrarlayarak şöyle cevap veriyordu:
“Rahmetimiz gazabımızı aşacaktır.”
Tekliğe giden bu “BEN”lik aslında başka bir şeye işaret ediyordu, o da, kendisini Allah’la ve peygamberle benzeştiren/eşleştiren şürekâsının da verdiği gazla, söz konusu mertebelere en yakın olan “Halifelik”ti.
Bunu elde etmenin yolu “Halife” olmasını sağlayacak şekilde Osmanlı’yı yeniden canlandırmaktı.
Bu talebini gerçekleştirecek sona yakın en önemli hamlesini de yaptı:
Bu talebinin gerçekleşmesi için “her yol mübah”tı.
Oysa, sözcük anlamına baktığımızda, “mübah” olmayan bir şekilde gerçekleştirilen “16 Nisan Kirli Referandumu”nda, anayasa değişikliği yaparak, “tek adam” yönetiminin kurallarını kâğıt üzerinde yasallaştırdı.
Aslında doğrudan “Monarşi” (padişahlık/saltanat yönetimi) istiyor olmasına rağmen, 15 yıldır uyguladığı, “aşama aşama ilerleme stratejisi” gereği, bir tür “Parlamenter Monarşi” (parlamentosu olan padişahlık, meşrutî monarşi) sistemi yarattı.
Bunu yaparken, yapacaklarının nerelere varacağına dönük, neyi kopyalamaya çalıştığına dönük başka işaretler de verdi ve veriyor:
Ankara’da bulunan Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA) Hastanesi 'nin ve yine "GATA Haydarpaşa Eğitim Hastanesi"nin adlarının “Sultan Abdülhamid Eğitim ve Araştırma Hastanesi” olarak değiştirilmesi,
TRT 1’de “Payitaht Abdülhamid” adlı dizi filmin yayınlanması,
İktidar uzantısı medya organlarının; “çökmekte olan bir devleti tam 33 yıl ayakta tutabilen bir siyasi şuurun avdet etmesi, İslam birliğine/Hilafete giden yolun önündeki en önemli engelleri kaldıracaktır” söylemiyle, İstanbul’da inşa edilen yeni havalimanına, “Sultan Abdülhamid Han Havalimanı” isminin önerilir hale gelmesi,
Bu ve buna benzer, görünen veya görünmeyen birçok; isimlendirme, eylem, etkinlik ve hazırlık, yapılmak istenen “değişikliğin zihinsel altyapısı”nı oluşturuyor.

Ülkede kurduğu, doğrudan kendisine bağlı olan “Yıldız İstihbarat Teşkilatı”nı da kullanarak, her türlü zalimlikle ve baskıyla, ilerici aydınlara kan kusturan, 33 yıllık saltanat döneminde; Tunus, Mısır, Kıbrıs, Sırbistan, Karadağ ve Romanya’yı içeren 1 milyon 592 bin 806 kilometrekare Osmanlı toprağını kaybeden “Kızıl Sultan II.Abdülhamid”le ilgili süreçleri gözden geçirdiğimizde, yürünen yoldaki benzerlikler de dikkatlerden kaçmıyor:
“Reis-i Cumhur”un kendisine örnek aldığı II.Abdülhamid, Osmanlı İmparatorluğu'nun 34.Padişahı ve 113.“İslam Halifesi”dir.
1876 yılında, ilk Osmanlı Anayasası olan “Kanun-i Esasî”yi ve parlamenter monarşi olan “I.Meşrutiyet”i ilan etme sözü vererek Padişah yapılan II. Abdülhamid, göreve geldiğinde sözünü tutmuş görünmesine rağmen, çok kısa bir süre sonra, 13Şubat1878’de “savaş koşulları”nı gerekçe göstererek parlamento çalışmalarını süresiz iptal etmiş, yani bir bakıma Parlamento’yu feshetmiştir.
İktidar döneminde;
Batı'ya karşı dengeci, Doğu'ya karşı İslami politikalar izlemiş, ülke içinde mutlakiyeti güçlendirmiş,
Aynı dönemlerde, Bismarck Almanya’sının ve İngiltere dahil, dönemin Avrupa devletlerinin yakaladığı ekonomik dinamizme yetişememiş, toplumsal dengeyi kuramamış,
Dahil olmak istediği ama olamadığı, Bismarck’ın; Rusya, Avusturya ve Almanya arasında kurduğu, “Üç İmparatorlar Ligi” ya da “Üçlü İttifak” anlaşmaları sayesinde, 1871-1890 yılları arasında oluşturulan barış dönemine rağmen, gerekli politikaları üretememiştir.
Söz konusu dönemlerde kendini hızla geliştiren ve sanayileşen Fransa, milli gelirini 27 milyar Dolar’a, Almanya, 50 milyar Dolar’a yükseltmiştir.
Osmanlı Devleti 2 milyar Osmanlı Lirası (OL) olan gelirlerini sadece 2.5 milyar OL seviyesine getirebilmiş, ancak 1.4 milyar OL olan giderlerini; “savaşlar ve sığınmacılara yapılan harcamalar” nedeniyle, son derece yüksek bir artışla, 4.6 milyar OL düzeyine çıkarmıştır.
Bu da ekonomik çöküşün, bir başka deyişle “mali iflas”ın kaçınılmaz hale gelmesini sağlamıştır.
23Ağustos1908’de de “II.Meşrutiyet”in ilanıyla Anayasa yeniden devreye girmiş, Abdülhamid Han, 31Mart1909 gerici ayaklanmasında eli olduğu gerekçesiyle Selanik’ten gelen Hareket Ordusu (Kurtuluş Ordusu)’nun İstanbul’a ulaşması sürecinin sonunda, Nisan1909’da tahttan indirilmiş, kurduğu istihbarat teşkilatı da elindeki tüm kayıtlar imha edilerek feshedilmiştir.
Tarih tekerrür etmiş,
Saltanat ve dünya nimetleri, her türlü; baskı zulüm ve zorlamaya rağmen Abdülhamid Han’a kalmamıştır.
Sonrasındaki 1908-1920 arasındaki süreç de Osmanlı’nın hızla çöküşüne, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna şahitlik eden bir süreç olmuştur.
Kısacası, 1923’ten 100 yıl sonrasını hedefleyerek kendi tanımıyla “Yeni Türkiye”yi, bize göre ise oldukça “eski” bir rejimi ve devlet yapısını tekrar kurmak isteyen, bugünkü adıyla Türkiye Cumhuriyeti Reis-i Cumhuru, “Halife Abdülhamid” yetkilerine ve konumuna kavuşmak istiyor ve bunun tüm unsurlarını aşama aşama oluşturuyor.
Görünen o ki,
Demokratik güçler tarafından, süratle; planlı, programlı, sonuç alıcı bir şeyler yapılamazsa bu oluyor …
Buradan, Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm dinamik demokratik güçlerine çağrı yapıyorum:
“Bişey Yapmalı”







Yorumlar