Dünya Kötüye Gidiyor (mu???)
- Bülent Gürsoy
- 22 Mar 2020
- 7 dakikada okunur
Uzun yıllar önce sık sık söylediğim bir şey vardı:
"Büyük şehirler çöküntü merkezleridir." diyordum.
Bunun nedenini şöyle açıklıyordum:
Hava, su, toprak, ateş temel unsurlardır.
Hava, su ve ateşin yok olması için çok büyük felaketler gerekir, yok olmadıkları halde insanlığın bu unsurlardan; hava, su ve toprağı kirletmesi, toprağın işlenemez hale gelmesi veya getirilmesi de insanoğlu için felakettir.
Hava ve ateşi henüz tükenmeyecekleri varsayımıyla bir kenara bırakırsak, içilebilir su ve işlenebilir toprağı kullanmak, su ve topraktan üretmek, insanlık için kaçınılmaz yaşamsal eylemlerdir.
İnsanlık için bu iki unsur ele alındığında esas olan şey beslenmedir.
Büyük şehirlerde yaşayan, bir anlamda esasa dönük olmayan sanal işlerle uğraşan ve gıdaya dönük üretim yapmayan insanlar, bir gün geldiğinde, kaynaklar tükendiğinde, felaketler kapıyı çaldığında açlıktan birbirlerini öldürecekler.
Aslında o nedenle, "köylü milletin efendisi"ydi yakın tarihimize kadar.
Bakın, bir koronavirüs vakası ne hale getirdi dünyayı.
Düşünsenize, elektrik ve suyun da kesildiğini,
Ulaşım ve ısınma için yakıt bulunamadığını,
Belediyeciliğin en temel hizmetleri olan temiz su sağlama ve atıkların bertaraf edilmesi işinin yapılamaz hale geldiğini.
İnsanlar buna kaç gün dayanabilir ki ...
O günlerin hiç bir zaman gelmemesini diliyorum.

Korkutucu bir başlangıç yaptığımın farkındayım ama başlıktaki soruya gelmek istiyorum:
Dünya Kötüye Gidiyor (mu???)
Bu soruya bir çok örnekle “Dünya Çok Kötüye Gidiyor” diyenlerin oranı, eminim ki “İyiye Gidiyor” diyenlere göre ezici bir büyüklükte olacaktır.
Öyle mi? Bir bakalım.
Johan Norberg’in “Nereden Nereye” adlı bir kitabından alıntılarla düşüncelerimize farklı bir pencere açmaya çalışacağım.
Kitapta, nereden nereye geldiğimizi anlatmak için, konu 10 başlıkta ele alınmış: Gıda, Temizlik (hıfzıssıhha), Yaşam Süresi Beklentisi, Fakirlik, Şiddet, Çevre, Okuryazarlık, Özgürlük, Eşitlik ve Gelecek Nesil.
Ben bu yazımda başlıklardan ilk ikisi olan; Gıda ve Temizlik (Hıfzıssıhha) maddelerini ele alacağım.
G.K. Chesterton diyor ki “Dünyada, çiçeklerden de yıldızlardan da daha şiirsel olan şey, sağlıklı olmaktır.”
Sağlıklı olmanın yolu da iyi beslenme ve temizlikten geçiyor.
Tıbbın gelişmediği ve antibiyotiklerin, temiz suyun, yeterli gıdanın, elektriğin ve kanalizasyon sistemlerinin bulunmadığı, Sanayi Devrimi öncesi zamanlarda insanlar nasıl hayatta kalıyordu?
Gıda ile başlayalım:
Sadece 150 yıl öncesinde, İsveç’te kronik “az beslenme” vardı.
İsveç, bugünün Sahraaltı Afrika ülkelerinden daha fakirdi.
Aslında, “eski güzel günler” diye özlem duyduğumuz zamanlarda hayat tam bir sefaletti.
1868 yılının İsveç’inin kuzey Angermanland bölgesindeki Natra’da ve daha bir çok yerde, ağaç kabukları öğütülüp unla harman ediliyor ve ekmek o karışımdan üretiliyordu. En yaygın yiyecek, un çorbasıydı.
Anneler, sıkça ağlarken görülüyordu. Genç-yaşlı herkesin yüzleri solgun, avurtları çöküktü.
Onsekizinci yüzyılda yaşayan rahip Thomas Robert Malthus, insan nüfusunun, her zaman, bulunabilir gıda miktarının üzerinde olacağını öne sürüyor, 1779’da vardığı sonuçla, insanlığın, sürekli açlığa mahkum olduğunu iddia ediyordu.
Malthus’un hesaplarına göre, nüfus, geometrik olarak; 2’den 4’e, 8’e ve 16’ya artarken, tarım; 2’den 3’e, 4’e ve 5’e artıyordu.
Bu, insanlık için kara bir tabloydu.
Fakat Malthus, insanlığın ulaştığı; sorun çözme, inovasyon (yenilik) yapma ve alışkanlıklarını değiştirebilme kapasitesini öngörememişti.
Tarımsal teknolojilerle birlikte üretim modellerinin gelişmesi ile tarımsal üretim miktarı, nüfus artışını aşmıştı.
Açlığa karşı savaşta en güçlü silah “yapay gübre”ydi. Zararlı yönlerinin de olmasına rağmen, bitkilerin büyümesinde yararlı olan “azot”un bollaşması üretim artışını çok yüksek noktalara taşıyacaktı.
Alman BASF firmasında çalışan kimyager Fritz Haber, atmosferdeki azotu bağlayabilmek için çok uğraştı ve sonuçta atmosferde bulunan azot ile hidrojen amonyak üretmeyi başardı. Bunu sınai ölçeğe çıkaran ise yine BASF firmasındaki meslektaşı Carl Bosch oldu.
Vaclav Smil, “Yeryüzünü Zenginleştirmek” adlı eserinde, 20. yüzyılın en önemli olayının ne olduğunu soruyor, bilgisayar ve uçak önerisini reddettikten sonra, “Haber-Bosch İşlemi” ile atmosferdeki azotun, sınai ölçekte sabitleştirilmesinin hepsinden daha önemli olduğunu belirterek, “bu işlem olmasaydı, bugün dünya nüfusunun beşte ikisi yaşayamazdı” diyordu.

Kaynak: FAO; 1947, 2003, 2015
Yüzelli yıl önce, bir ton buğdayın hasat edilip harman edilmesi için 25 kişinin gün boyu çalışması gerekiyordu. Kombine hasat makinesi ile bugün bu işlem 6 dakikada yapılabiliyor. Verimlilik 2500 kat artmış.
On litre süt yarım saatte sağılırken, bugün modern makinelerle yapılan bu işlemin süresi 1 dakikayı bulmuyor.
1950’de 2.5 milyar olan dünya nüfusu seksenli yılların ortalarında 5 milyara ulaştığında Neo-Malthus’çular yine “kitlesel açlık” öngördü.
Paul Ehrlich 1968’de yayınlanan “Nüfus Bombası” adlı kitabında, “Tüm insanlığı besleme mücadelesi bitti. Yetmişli yıllarda meydana gelecek açlıklarda yüzmilyonlarca insan ölecek.” diye yazarken, William ve Paul Haddock “Açlık 1975” adlı kitaplarında “Onbeş sene içinde, açlık felakete dönüşecek.” iddiasında bulunuyorlardı.

Fakat bunun tam tersi oldu. Tam da savaşın kaybedildiği düşünüldüğü zamanda, açlığa karşı büyük kazanımlar elde edildi.
Bu gelişmede, küresel açlık konusunda uzman olan ve yüksek verimli bitkilerin yetiştirilmesi konusunda saplantılı olan, 1944’ten itibaren Meksika’da yaptığı uzun süreli denemelerden sonra; parazitlere dayanıklı ve uzun süre gün ışığından etkilenmeyen, kısa saplı bir buğday türü geliştiren Iowa’lı agronomist Norman Borlaug’un büyük payı oldu. Bu çalışmaların sonucunda, Meksika’daki 1963 yılındaki buğday rekoltesi 1944 yılındakinin 10 katına ulaşmıştı. Borlaug, ömrünün büyük bölümünü, gelişmekte olan ülkelerde geçirerek bu konudaki mücadelesini sürdürdü.
Borlaug, küresel gıda arzının artışına yaptığı katkılardan dolayı 1970’te Nobel Ödülü aldı.
ABD senatörü Rudy Boschwitz, onun katkılarını şöyle özetlemişti: “ Dr. Norman Borlaug; tarihte, bir milyardan fazla insanın hayatını kurtaran ilk kişi. Fakat o aynı zamanda, yeryüzündeki 35 milyon kilometrekare orman alanında yaşayan çok sayıdaki vahşi hayvan ve bitki türlerini de kurtardı. Çünkü onun öncülük ettiği yüksek verimli tarım çalışmaları olmasaydı, ağaçları kesip o orman alanlarını tarım alanına dönüştürecektik. Bu iki alandaki katkıları, Borlaug’u gerçekten eşsiz kılmıştır.”
Dünyada artık, büyük ve kitlesel açlık olayları görülmüyor.
Geçtiğimiz sadece 140 yılda 106 büyük açlık olayı meydana geldi. 1900-1909 döneminde toplam 27 milyon, 1920-1960 arasında her on yılda 15’er milyon insan açlıktan öldü.
Şu anda medya haberleri; açlık, sel felaketleri, depremler, kasırgalar, salgınlar, küresel ısınma ve çevresel tahribat ile ümitsiz sefalet görüntüleriyle dolu.
Oysa, medyadaki haberlerin çokluğu ve korkutuculuğunun aksine, istatistiksel olarak; fakirlik (göreceli olarak), kötü beslenme, cehalet, çocuk işçiliği ve bebek ölümleri, insanlık tarihinin hiçbir döneminde görülmeyen bir hızla azalıyor. Yaşam beklentisi, geçen yüzyılda, geçmiş ikiyüzbin yılda kaydedilen beklentinin iki katına çıkmış durumda. Bugün doğan bir çocuğun “emeklilik yaşına gelme ihtimali”, onun “atalarının elli sene yaşama ihtimali”ne kıyasla çok daha yüksek.
Savaş, suç, felaketler, açlık ve fakirlik: Günümüzde, insana ıstırap veren gerçekler. Günümüzün küresel medyası sayesinde bu gerçekleri günün her saatinde canlı olarak görebiliyoruz. Bu tür, acı veren sorunların, her zaman var olduğunu fakat insanların o dönemlerde bunlardan bugünkü gibi haberdar olamadıklarını unutuyoruz.
Onyedinci ve onsekizinci yüzyıllardaki “Entelektüel Aydınlanma”, ondokuzuncu yüzyıldaki “Sanayi Devrimi” ve yirminci yüzyıldaki “Küreselleşme” dönüşümleri; iletişimin, üretim biçimi ve ilişkilerinin, teknolojinin ve bilgi ağlarının gelişimi ile geçmişe göre çok daha hızlı bir şekilde insan yaşamını kolaylaştırmış ve iyileştirmiştir.
Bu arada iktisatçı Amartya Sen’in bir ifadesini de aktarmadan geçemeyeceğim.
Diyor ki Sen: “Mutlak monarşilerde, sömürgelerde ve kabile toplumlarında açlık felaketleri olmuş fakat demokrasilerde asla yaşanmamıştır. Halkın oylarına muhtaç olan yöneticiler açlığı önlemek için her şeyi yapar. Özgür basın, kamuoyunu aydınlatarak zamanında önlem alınmasını sağlar. Buna karşılık, diktatörlükle yönetilen ülkelerde zaman zaman açlık yaşanır. Bunun sebebi; diktatörlerin kendi propagandalarına inanmaları ve çevrelerindekilerin onlara insanların aç olduğunu söylemeye cesaret edememeleridir.”
Bu anlamda, “Açlığa karşı en etkili silahlarımızdan biri demokrasidir.” diyebiliriz.
Temizlik (Hıfzıssıhha) konusuna gelince:
Dünya Sağlık Örgütü (WHO), gelişmiş su kaynağı konusunda,” dışarıdan kirlenmeye karşı korunan kaynaktır” tanımını getirirken, gelişmiş temizliği de “dışkının insanlara temas etmediği sistemdir” diye tanımlıyor.

Su, tüm canlıların kaynağıdır. En küçük yerleşim biriminde dahi su, insan dışkısıyla kirlendiğinde; bakteri, virüs, parazit ve kurtçuk yaymaya başlar.
Tarihte, bira ve şarap kullanımının yaygınlığı, güvenli ve içilebilir su kaynaklarının azlığından kaynaklanmaktaydı.
MÖ 430’da Atina nüfusunun üçte biri tifodan ölmüş ve Atina’nın altın dönemi sona ermişti.
Yakın tarihten bir örnek verecek olursak: Kraliçe Victoria’nın kocası Prens Albert, 42 yaşında tifodan ölmüştü.
O dönemin yaşam koşulları, nispeten yakın tarih olmasına rağmen kimse tarafından hatırlanmıyor.
Örneğin: Kutsal Roma İmparatoru II. Frederick’in 1183’te Almanya’nın Erfurt şehrindeki otağında verdiği ziyafette, üzerinde bulundukları zemin çökünce, misafirlerin alt kattaki lağım çukuruna düşerek boğulduklarını tarih kayıtlarından öğreniyoruz.
İlk modern tuvaletin 1596’da, Kraliçe I. Elizabeth için, vaftiz oğlu Sir John Harrington tarafından icat edildiğini fakat yeterli lağım sistemi olmadığından kullanılamadığını da pek hatırlamayız.
Evlerin içine sıhhi tesisat döşenmesi ve sifonlu tuvaletlerin yaygınlaşmasının 300 yıl sürdüğünü de kafamızda canlandıramayız.
Sanki her şeyin, binlerce yıldır var olduğu rahatlığındayız.
Bir yazarın notlarına göre, daha onsekizinci yüzyılda, Versailles Sarayı için, “Saray, insanlığın tüm dehşet verici unsurlarını barındırıyordu; geçitler, koridorlar ve avlular, idrar ve dışkıdan geçilmiyordu” bilgisi veriliyordu.
Yakında bir akarsu yoksa, dışkılar lağım çukurlarında biriktirilir veya pencerelerden sokağa atılırdı.
Fransızca’da “su geliyor” anlamında “Gardyloo!” diye bağırıldığında sokaktan geçen yayalar kaçacak yer ararlardı.
Banyo yapmak; İspanyollara göre, bir Müslüman adetiydi, Fransızlara göre ise gözenekleri açtığı için (çevredeki kirlilik nedeniyle) hastalıklara davet çıkarmaktı.
Kraliçe I. Elizabeth’in, ihtiyacı olup olmadığına bakmaksızın (lüks anlamında), ayda bir kez banyo yaptığı rivayet ediliyordu.
Bir İngiliz seçkini, 1653’te tuttuğu günlüğünde, “yılda bir kez saç yıkama” adetini deneyeceğini yazmıştı.
1882’de New York’taki evlerin sadece %2’sinde su tesisatı vardı.
Gezginlerin, büyük şehirlere yaklaştıklarında ilk hissettikleri şey, “pis koku”ydu.
Stockholm’deki Kraliyet Tiyatrosu ve Nybroviken’i çevreleyen alan kentin en güzel ve en zengin bölgelerindendir. 1827 yılında kanaldan geçen bir geminin kaptanının şu ifadeleri inanılmazdır:
“Nybroviken’in; dışkıyla dolu, adeta kırmızı kurşun kıvamındaki suyunda yıkanan çamaşırların ne kadar temiz ve sağlıklı olacağı bir yana, bu suyun yemek pişirmede de kullanıldığını bilmek, insanı dehşete düşürüyor.”
O yıllarda (1850’ler) yeni gelişen “kamusal sağlık ve temizlik (hıfzıssıhha)” akımının bilimsel bir temeli yoktu. “Pis Hava (Miazma)” yaklaşımıyla, pis kokan her şeyin sağlık için kötü ve zararlı olduğu, salgın hastalıkların da bundan kaynaklandığı fikrinden hareketle çözümler aranıyordu.
Kolera’nın kirli havadan değil de (lağımların aktığı ve şebeke suyu kaynağı olan Thames Nehri’nden alınan) sudan geçtiğini keşfeden Londralı Dr. John Snow’dan sonra 1958 yılından itibaren lağım sistemlerinin kurulmasına başlandı.

Kaynak: WHO
Ondokuzuncu yüzyıl sonları ve yirminci yüzyıl başlarından itibaren bir çok şehirde; modern su ve lağım şebekeleri inşa edildi.
Yirminci yüzyılın ilk yarısından itibaren ise şehir sularının filtrelenerek klorlanması işlemi yaygınlaştı.
Temiz suya ulaşabilen dünya nüfusu, 1980-2015 yılları döneminde %52’den %91’e yükseldi.
Halen, dünya genelindeki kentsel nüfusun %96’sı, kırsal nüfusun %84’ü temiz suya sahip.
1980’de dünya nüfusunun sadece %24’ü düzenli kanalizasyon şebekesine sahipti.
Bu oran, 2015’te %68’e yükseldi.
Bugünkü dünya nüfusunun üçte biri, yani 2.1 milyar insan, geçtiğimiz 25 yılda bu olanağa kavuştu.
Halen dünya genelinde, kentsel nüfusun %82’si, kırsal nüfusun ise %51’i düzenli kanalizasyon şebekelerinin bulunduğu alanlarda yaşıyor.
Gelişmemiş kanalizasyon şebekelerini kullanan insan sayısı ise halen 2.4 milyar.
Modern zamanlarda su sıkıntısı çekilmesinin sebebi; yetersiz kaynaktan çok, kötü politikalar ve uygun olmayan teknolojiler olarak görülüyor.
Örneğin halen, gelişmekte olan ülkelerde temiz suyun %80’i tarımda kullanılıyor. Bu konudaki en gelişmiş sistem olan “damla sulama sistemi”nin kullanımı bu ülkelerde %1’lerde.
Bir noktayı daha vurgulamak gerekiyor: Yeterli temiz su arzı, sadece sağlıkla ilgili bir konu değil; insanların yaşamlarını ne şekilde sürdürdüklerini ve karşılaşabilecekleri fırsatları da derinden etkiliyor.
Bu konudaki en iyi örnek Afrika’dan: Afrikalı kadınlar ve çocukları (birlikte) yılın toplam 40 milyar saatini su taşımakla geçiriyorlar ve kız çocuklarının okula devam edememelerinin başlıca nedenlerinden biri, ailelerinin onları su taşımaları için uzaklardaki kaynaklara göndermeleri.
Su konusunu da W.H. Auden’in şu sözüyle kapatalım: “Binlerce insan sevgisiz yaşadı ama hiç kimse susuz yaşayamadı.”
“Dünya kötüye gidiyor mu?” sorusunu “Nereden Nereye” kitabından alıntılarla yanıtlamaya çalıştım.
Diğer başlıklarına da daha sonraki yazılarımda değineceğim ama ilk iki başlıktan da görülüyor ki aslında dünya, gelecek senaryoları açısından bir rezerv koymakla birlikte, iyiye gidiyor.
Bu gidişat içerisindeki olası sorunların üstesinden gelmek de bugüne kadar olduğu gibi bugünden sonra da; insanlığın bilgi birikimi, akıl ve bilimle olacak.
Özellikle politikacılara ve liderlere düşen ise; doğal kaynaklarımızı, insan kaynaklarımızı, bilgi kaynaklarımızı ve üretilmiş ve üretilecek tüm bilgi ve ürünleri; doğru bir vizyon, strateji ve planlama ile yönetmek.
Önümüzdeki insanlık tarihi sürecinde, bu davranışları örgütlü bir biçimde geliştirecek ve sürdürecek olan liderler, üzerinde yaşadığımız tek yurdumuz olan Dünya Gezegeni’ni bizler için ve gelecek nesiller için yaşanılır kılacaklardır.
İnançla, umutla ve sevgiyle.
Not: Yazıdaki veriler, 2018'de KRP Yayıncılık tarafından basımı yapılan, Johan Norberg'e ait "Nereden Nereye - Geleceğe Ümitle Bakmak İçin 10 Neden" adlı kitaptan alınmıştır.
Kitabın çevirisi Kemal Gürüz tarafından yapılmış olup, yayın hakları, ITC Entegre Atık Yönetimi Şirketi'ne aittir.







Yorumlar