top of page

Emek-Enerji & Eşitlik-Denklik

  • Yazarın fotoğrafı: Bülent Gürsoy
    Bülent Gürsoy
  • 3 Eki 2017
  • 4 dakikada okunur

Değerli dostlar, geçmişte bir grup arkadaşımla çıkardığımız Genç GELECEK Dergisi’nde yayınlanan bir yazımı, düşünsel ana yapısını bozmadan, ufak tefek düzeltme ve ilavelerle elden geçirerek bugün tekrar sizlerle paylaşmak istiyorum.

Yıl 1993, aylardan Temmuz, söz konusu yazım:


Türkiye çok değişik bir noktaya geldi. “1980 / 12 Eylül Darbesi” öncesinde iki ana damarda toplanan bizler, genelde katı çizgilerle ve belirgin sınırlarla birbirimizden ayrılıyorduk.


Ben o dönemde 10-15 yaşlarımı yaşıyordum. Ailemiz de köklerinin en uçlarına kadar; "Kuva-yi Milliye"ci, CHP'li ve ortanın solcusu olarak, Türkiye'nin iki ana kampından solda olanını tercih etmişti.


Bu tercih, aile ortamının ve toplumla ilişkilerimizin tüm noktalarına nüfuz etmiş, benim benliğime de hakim olmuştu.


Bu yolda hep inançla yürüdüm. Bundan sonra da inandığım yoldaki mücadelemi, kavramsal olarak inançla sürdüreceğim.


Fakat, o dönemi ve gelişmeleri iyice gözden geçirerek; halkın ilgi alanının nereye yöneldiğini kaçırmadan, ilericiliği elden bırakmadan, çağın gelişiminin gerisinde kalmadan ve hatta önüne geçerek bu savaşımı sürdürmek gerektiğini düşündüğümü de belirtmeliyim.


Türkiye'de sol, kişisel gözlemlerime göre, çoğu zaman ayakları havada kalmış iddialarla yola çıkmıştır. Sol'un öncüleri; kendi toplumsal gerçeklerini hesaba katmadan, kendi maddi kaynaklarını tartmadan, kendi üretim biçimlerini iyi organize etmeden ve tanımadan yapılan; masa başı hesapları, masa başı hayal ürünü vaatleri ile toplumu arkalarına alacaklarını sanmışlardır.


İyi şeyleri hayal etmek güzeldir.

Kimsenin düşünmediği güzellikleri düşünüp vaat etmek üstün bir yetenektir.

Ancak önemli olan, bu teorik hazırlığın temel dayanaklarla beslenerek pratiğe dönüştürülme planlarını yapmak ve gerek yerel düzlemde, gerekse dünya çapında günün koşullarının ve olanaklarının elverdiği ölçüde gerçekçi yaklaşımlar ortaya koymaktır.


Toplum gerçeklerini yakalamaktan bahsediyorum.


Türk toplumu çok yetenekli ve pratik zekâya sahip bir toplumdur. Birçok Avrupa ülkesinde, Amerika'da veya başka ülkelerde bulunan Türklerin geldiği nokta incelemeye alınırsa bu başarı daha kolay gözlenebilir.


Türk insanının gerekli olanaklar sağlandığı taktirde yapamayacağı iş yoktur.


Türk toplumu her türlü deneyimden geçmiştir, deyim yerindeyse "görmüş geçirmiş" bir toplumdur.

Şimdi siz böyle bir toplumun karşısına çıkıp da;


“Biz hepinizi aynı noktaya getireceğiz, hepinizin bir evi olacak ama hepsi 60 m2 ve birbirinin aynı, hepinizin bir arabası olacak ama hepsi Murat 124 (bugün için de en ucuz araba) ve birbirinin aynı, hepinizin geliri olacak ama bu gelir kişiden kişiye yeteneklere göre değişmeyecek, hepiniz devlete çalışacaksınız devlet sizin adınıza değerlendirecek ve size paylaştıracak gibi gibi vaatlerde bulunulursa, bu toplum arkanıza düşmez, düşemez.


Bu noktada, özellikle sol dünyaya, gerçekleri yakalamakta zorluk yaşatan "eşitlik" kavramını biraz tartışmak istiyorum.

Eşitlik denilince tek tip insan yaratmak sonucuna ulaşanlarımız var. Ben eşitliği, “insanlara tanınan eşit olanaklar” olarak algılıyorum. Bu olanakları, başvuran her insan kullanabilmeli ve yeteneği, zekâsı, enerjisi ölçüsünde ilerleyebileceği kadar ilerlemeli. Herkes aynı noktaya gelemeyebilir, bu doğaldır. Sunulan olanakları değerlendiremeyenler, oldukları yerde geri planda kalabilirler.

Burada şunu da eklemek gerekiyor; “bir toplum, bütün kesimleriyle vardır, herkes birbirini kollamak zorundadır”. Bir ailenin en büyük boyuttaki biçimi toplumdur. Bu toplumun en zayıf insanlarına yaşamlarını sürdürebilecekleri; asgari miktarda para, başlarını sokabilecekleri bir barınak, yaşamlarını sürdürebilecekleri beslenme olanakları ve insan olduklarını unutturmayacak kapsamda sosyal hizmetler sağlanmalıdır.


Bunlar sağlandıktan sonra, yetenekler bu sınırın ötesinde yarışmalı. Bu alt sınır toplumun düşkünlerini koruma sınırı olmalı. Bu gereksinim göz ardı edilmemeli. Benim bu konuda bireysel bir önerim var: Gelin, eşitliğin adını "denklik" olarak değiştirelim.


Denklik daha farklı bir kavram.

Olayların küçüklük veya büyüklüğüne bakılmaksızın, benzer koşullarla benzer sonuçların oluşması ve birbirine eşlenebilmesi denklik olarak tanımlanabilir.


Örneğin: Ben inşaat mühendisiyim, özel girişimcilik cesaretini gösterdim, kanunların elverdiği ölçüde yakaladığım fırsatlarla işler yapıyorum, üretime ve istihdama katkıda bulunuyorum.


Bir çok insan (imalatçı, tedarikçi, üretici, sanayici, tüccar, uygulayıcı, usta, işçi) benim yaptığım işlerden, dolaylı yollarla gelir elde ediyor ve geçimine kaynak oluşturuyor. Eş zamanlı olarak ben de geçimimi sağlıyorum.


Diğer bir örnek: Bir çiftçi/köylü düşünün, aileden kalma veya toprak reformuyla devletin tanıdığı olanaklar sonucu elde ettiği topraklarda çalışıyor. Toprağı işliyor, üretiyor, yanında insanlar çalıştırıyor. Bunları yaparak elde ettiği gelirle tarım araçları alıyor, tarımsal girdilere para ödüyor, kazancını kendi yaşamını sürdürmek için kullanıyor.


Şimdi özel işi olan bir inşaat mühendisi olarak ben bu çiftçiyle/köylüyle denk bir durumdayım. İşlerimiz farklı, olanaklarımız farklı, konumlarımız farklı ama biz denk insanlarız.


Çalışıyoruz, yönetiyoruz, üretiyoruz, gelir elde ediyoruz, yaşıyoruz.


Bunları yaparken, devlete olan görevlerimizi de yerine getiriyoruz.

Başka örnekler:

Rutin işler yapan bir masa başı memuru, sabah 8:00 gibi işine gelir, daktilosunu önüne alır (o zamanlar daktilo günceldi), evrakları takip eder, düzene sokar, yazışmaları yapar, akşam saat 17:00 her şeyi masasında bırakır çıkar. Ay başında maaşını alır, (aldığı maaşın azlığı çokluğu ayrı bir tartışma konusudur) gerekli harcamalarını yapar, hafta sonu ve mazeret izinlerini, yıllık iznini, diğer yasal izinlerini ve haklarını kullanır, yaşamını sürdürür.


Bu memur genellikle evinde iş düşünmez, gelecekte, yaptığı işin nereye gideceği kaygısını duymaz, riske girmez, adam kovalamaz, çek senet yazmaz, alacak peşinde koşturmaz.


Bunun yanında yine bir küçük esnaf düşünün, sabah 6:00'da dükkanını açar, temizliğini yapar (ekmekleri, sütleri veya ne iş yapıyorsa ona uygun) günlük malzemelerini teslim alır. Üç kuruşluk mal için fişini keser, tek tek uğraşır, eksiklerini sürekli takip eder. Vergisi, BAĞ-KUR’u (SGK’sı) ıvırı zıvırı bitmez, zabıtası problemdir, senet ödeme günleri gelir para yetişmez, borç verir geri alamaz, veresiye defteri sürekli kabarır, her gün gelen zamları takip eder, altında ezilir, sattığı malın sorumluluğunu taşır, yanında eleman çalıştırır, onun problemleriyle ayrı uğraşır, gece saat 24:00'ü geçer dükkanı kapatır, hem bedenen hem de zihinsel olarak çok daha fazla enerji harcar, yıpranır.


Ama, memura göre aylık bazda daha çok kazanır. Kazancını geçimini sürdürmek için harcar.


Bu memurla, söz konusu esnaf/tüccar da denktir.


Bu örnekler şimdilerde; beyaz yakalı, mavi yakalı gibi ifadelerle tanımlanan her kesim için geçerlidir.

Kısacası, “her insan; yaptığı iş, harcadığı emek ve enerji ölçeğinde bir denklik düzleminde değerlendirilmelidir”.

Dolayısıyla,


Eşitlik” yerine “denklik”, “emek” yerine “enerji” diyorum, çünkü: ”Enerji kavramı çok daha geniştir, içinde zihinsel enerji ile fiziksel enerjiyi bir arada barındırır. Bu nedenle insanı sadece fiziksel emeğiyle değerlendirmekten de kurtulunur”.


İnsanlarımızın üretim için tükettikleri enerjilerinin karşılığını adil ölçekte alabilecekleri denk bir yaşam özlemiyle, güzel bir gelecekte buluşmayı diliyorum.


Düşünmekten ve sorgulamaktan asla vazgeçmeyeceğiz.

Yorumlar


bottom of page