Kürdün Derdi - 1
- Bülent Gürsoy
- 10 Oca 2021
- 9 dakikada okunur
Edebiyat yapmadan, Cumhuriyet öncesi ve sonrasındaki süreçte her zaman gündemde yer alan ve yakın zamandaki iktidar dönüşümü aşamasında da en temel meselelerden biri olacağı belli olan konuda işe yarayacak bir farkındalık yaratmak amacıyla bu yazıyı kaleme aldım.
Bir yazıda bitmeyeceği için “1” diye belirttim.
Gerektikçe devamını da getireceğim.
Söz konusu sorun genel olarak: “Şark meselesi, Doğu sorunu, Güneydoğu sorunu, Terör sorunu, Kürt sorunu” tanımlamalarıyla anılıyor.
Niye başlıkta “Kürdün Derdi” dedim, çünkü “Kürt Sorunu” veya başka bir şey deyince, gerçek olay bir kenara bırakılıp, sırf bu tanım üzerine binlerce laf ediliyor.
“Kürtler ne istiyor” desem, bu konuda çok sayıda; kitap, yazı ve çalışma olduğunu da bilerek, bir kısım okuyucuda 'samimiyetle sorduğum' duygusu oluşacakken bir kısmında da “daha ne istiyorlar” algısı uyandıracağından, bu ikilem içinde kalınmasını istemedim.
Yazı içerisinde ise yine de, olayı pratik olarak simgelediğini düşündüğüm için “Kürt Sorunu” biçiminde adlandıracağım.

Kürt Seçmenin Çeşitliliği
Bu konuyu irdelerken öncelikle, düşülen bir yanılgıdan hareketle, “Kürtler” deyince karşımıza homojen bir kitle çıkıyor mu diye bakmak gerekiyor.
Kürtler tanımı altında şöyle bir çeşitliliğin olduğunu görmek zorundayız:
Etnisite olarak; Kürt veya Zaza. Dil olarak; Kirmanckî, Kirdkî, Zazakî, Kurmancî, Soranî. Dinsel açıdan; dindar veya değil, bir cemaate bağlı ya da değil, Şafii, Hanefi veya Alevi. Feodalite olarak; aşiret üyesi veya değil. Genel olarak da; kadın veya erkek, genç ya da yaşlı, yoksul ya da varsıl, mağdur veya mağdur olmayan.
Bu kadar çeşitlilik içinde olan etnik bir seçmen kitlesinin seçmeninin bütünsel bir şekilde karar oluşturduğunu ve oylarını o karara göre verdiklerini söylemek gerçekçi değildir.
Çeşitliliği bir miktar daha anlaşılır kılmak için Roj Girasun’un Perspektif’teki Kürt Seçmen Kimdir adlı yazısından, Kürt seçmenin tanımlandırıldığı birkaç not paylaşmak istiyorum:
İdeolojik Olanlar: Tek sorunu Kürt meselesi olan, Kürt meselesini sadece etnik konsolidasyon üzerinden tanımlayan ideolojik bir grup. Kürt meselesini önceleyen profilde Kürt seçmenler; Diyarbakır, Mardin, Van, Şırnak, Hakkâri ve genel olarak HDP’nin geleneksel olarak güçlü olduğu kentlerde baskındır.
Dindar Olanlar : Kürtlerin çoğunluğunun mensup olduğu Şafi mezhebine bağlı olan, bu bağlamda; sofuluk, dindarlık ve medrese geleneği ile de anılan, Selahaddin Eyyubi ve Said-i Nursi’ye yaslanan, Millî Görüş ve HüdaPar geleneğine yakın olanlar.
Aşiret Hegemonyasına Bağlı Olanlar : Bucak, İzol, Ensarioğlu gibi bölgenin büyük aşiretleri ile Ağrı’da Öztürkler, Urfa’da Bucaklar, Hakkâri’de Zeydanlar, Van’da Brukiler (Kartal), Şırnak’ta Tatarlar, Mardin’de Karamanlar, Adıyaman’da Fıratlar’a bağlı aşiret mensupları.
Geri Kalmışlıkla Simgelenenler: Tercihlerini ekonomi ve eğitim sorunlarına indirgeyenler.
Toplumsal Değişime Uğrayanlar: Batıda yaşayan, artık orada bir hayat kurmuş, siyasi konumlarını Kürtlüğün yanı sıra içinde bulundukları toplumsallığın şartlarının da önemli derecede etkilediği kentlileşmiş topluluklar.

Tüm bu ideolojik kıskaçların dışında kalanlar ise ortalama Türk seçmenle benzer refleksler gösteren, ekonomik refah politikalarını hem muhafazakâr hem de Kürt kimliğinin önünde kurgulayan ve daha çok bunun üzerinden kaygılanan seçmenler.
Bu seçmen grubunu, siyasal sebepler dışında, daha önce Batı’ya göç etmiş, burada belli bir ekonomik güce ulaşmış ve popüler trend içinde statü kazanmış Kürtler oluşturmaktadır.
Sonuç olarak, 1950’li yıllardan bu yana hızla dönüşen seçmen sosyolojisi Kürtlerde diğer kimliklere nazaran şehirleşme, göç ve nüfus artış hızının daha yüksek oranlarda seyrediyor olması sebebi ile önümüzdeki dönemde ezberleri bozmaya açık olacaktır.
Özetle, farklı siyasal kimlik, düşünce ve aidiyetlerden oluşan heterojen bir Kürt seçmen yapısı olduğu görülmektedir.
Bu tespite rağmen, Kürt seçmen üzerinden siyaset geliştiren yapıların, konunun çözümü olarak masaya yatırdıkları ve yükseltmeye çalıştıkları talepler ise temelde şunlardır:
"Kürtçe eğitim, özerklik, demokratik özerklik, federasyon, bağımsızlık."

Kürt Sorunu’nda Tarihsel Süreç Özeti
1514’te Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Seferi ile Sünni Kürt aşiretlerinin, özerkliklerini koruyarak, istanbul’a bağlanması sonrasında 1921’e kadar 15 isyan gerçekleşmiştir.
Kürt sorunuyla Cumhuriyet kadrolarının ilk karşılaşması 1921 Koçgiri İsyanı’yla olurken, kalıcı bir şekilde ülke gündemine girmesi, 1925 Şeyh Sait İsyanı’yla olmuştur.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında neredeyse isyansız geçen yıl olmadığı gibi, bazı yıllarda iki isyan birden gerçekleşmiştir.
Cumhuriyet’in ilanından 1937 Dersim Operasyonu’na kadar geçen 14 yılda çıkan isyan sayısı 23’tür:
1924 Beytüşşebab İsyanı ve Nasturi Ayaklanması, 1925 Şeyh Sait İsyanı, Nehri İsyanı, Reşkotan-Raman İsyanı, Sason İsyanı, 1926 Ağrı, Hazro, Koçuşağı İsyanları, 1927 Mutki, Ağrı, Bıcar İsyanları, 1929 İt Resul, Tendürek, Savur İsyanları, 1930 Zilan, Oramar, Ağrı, Pülümür ve Mahmut Berzenci İsyanları, 1931 Şeyh Ahmet Barzani İsyanı, 1937 Sason ve Dersim İsyanları.
Bölge, 1925–1950 yılları arasında olağanüstü yönetim uygulamalarıyla yönetilmiştir.
1938 yılına kadar bölgedeki toplam lise sayısı dörttür. Bu liseler Erzurum, Malatya, Antep ve Diyarbakır’dadır.
Doğu ve Güneydoğu Bölgesi “yasak bölge” ilan edilmiş, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayanların bölgeye girişleri 1964 yılına kadar izne tâbi tutulmuştur.
1937 ile 1978 arasında Kürt hareketi açısından;
1945’te İran-Kürdistan Demokrat Partisi, 1946’da Mehabad Kürt Cumhuriyeti ve Irak Kürdistanı Demokrat Partisi kurulmuş, 1947’de Mehabad Kürt Cumhuriyeti İran rejimi tarafından yıkılmış, Kral Faysal devrilmiş ve Irak “Arap ve Kürtlerin ortak cumhuriyeti” olarak tanımlanmış, 1958’de SSCB’de sürgünde bulunan Mustafa Barzani Irak’a dönmüş, 1959’da Siyasi tarihte “49’lar” diye bilinen Kürt aydınları tutuklanmış, 27 Mayıs 1960’da darbe olmuş ve Kürt aşiret reisleri Sivas’a sürülmüş, 1965’te Diyarbakır merkez alınarak, Kürtler için otonomi talep eden Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi adıyla gizli bir parti kurulmuş, 1969’da Cumhuriyet tarihinde yasal ilk Kürt örgütü olan Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) kurulmuş, 1970’te Irak yönetimine Kürdistan’a özerklik anlaşmasını kabul ettiren ihtilal gerçekleşmiş, 1975’te Kürdistan Yurtseverler Birliği kurulmuş, 1978’de ise Abdullah Öcalan tarafından Kürdistan İşçi Partisi (Partiya Karkeran Kurdistan) PKK kurulmuş, 1979’da KDP Lideri Molla Mustafa Barzani ABD’de ölmüş, 1979’da Mehabad Kürt güçlerinin eline geçmiş, 12 Eylül 1980’de Türkiye’de darbe olmuş, 23 Eylül 1980’de İran-Irak Savaşı başlamıştır.
Operasyon Bilgileri
27 Kasım 1978’de kurulan ve 42 yıldır varlığını devam ettiren PKK ile mücadele konusunda binlerce olay meydana gelmiş, TBMM Göç Komisyonu’nun raporuna göre, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nde güvenlik nedeniyle 3.428 köy ve mezra boşaltılmıştır.
Türkiye terörle mücadele amacıyla, sınır ötesine bugüne kadar onlarca sınır ötesi operasyon yapmıştır. Terörle mücadeleye ayrılan kaynağın farklı hesaplamalara göre 400 milyar dolar civarında olduğu ve halen teröre her yıl yaklaşık 15 milyar dolar kaynak ayırıldığı düşünülmektedir.

Ana Siyasi Akımların Kürt Sorunu’na Bakışları
1990 – 2000 yılları aralığında,
SHP-CHP geleneği Kürt meselesine, devletin “sadece bir güvenlik sorunu olarak yaklaşması”nın yanlış olduğu vurgusuyla yaklaşırken, yaşanan sorunun; “demokratik haklar, vatandaşlık, kimlik ve kültüre saygı ile ekonomik gelişme” boyutlarının görmezden gelindiğini öne sürmüştür.
MHP, meseleyi “terör ve güvenlik” sorunu olarak ele almayı tercih ederek, “dış güçlerin oyunu ve asayiş sorunu” olarak tarif etmiş, zaman zaman da bölgedeki feodal yapıya vurgu yaparak, sorunun temel kaynağının iktisadi yapı ve cahillik olduğunu dile getirmiştir.
1980 öncesinde “Komünizmle Mücadele Konsepti” içinde, birçok Kürt aşiretinin desteğiyle bölgede toplumsal tabanını sağlamlaştırmış ancak 1980 sonrasında MHP ile Kürtlerin arası açılmaya başlamış ve daha önce göreli olarak kurulabilen ittifaklar sorunlu hale gelmiştir.
Milli Görüş geleneği, ana akım sağ partilerden farklı olarak, Kürt sorununun, “sistemden ve rejimden kaynaklanan bir problem olduğunu”, sistem değişmeden sorunun çözülemeyeceğini, Kürtlerin varlığını inkâr eden bir sistemin kardeşlik hukukuna uymadığını, devletin yanlış uygulamalarının yanlış bir zihniyete sahip olmaktan kaynaklandığını” savunmuştur.
Sağ partilerin Kürt sorununa bakışları konusunda ise ana omurgayı oluşturan DP ve ardılı partiler, sorunu ilk dönemde “kötü yönetim uygulamalarının son bulması, devlet-vatandaş arasındaki mesafenin azaltılması, ekonomik geri kalmışlığın giderilmesi” perspektifiyle ele almışlardır.
1990’lı yıllarla beraber “ülkenin demokratikleştirilmesi, temel hakların alanının genişletilmesi ve hürriyetlerin sağlanması” gibi gelişmeler, ana akım sağ partileri de etkilemiştir. Bu bakış açısı Kürt sorununa yaklaşımın değişmesine yol açarken sağ partiler meseleyi “kimlik sorunu” olarak ele almaya başlamışlardır.
Sağ partiler açısından, 1990 sonrasında Kürt meselesiyle en kritik yüzleşmelerden biri, “DYP-SHP Koalisyon Protokolü” ve protokol öncesinde “DYP’nin vadettiği demokratikleşme politikası” olmuştur.

Kürt Sorunu Hakkında Raporlar
Kürt meselesi hakkında Osmanlı döneminden başlayıp Cumhuriyet’le devam eden bir rapor yazma geleneği bulunmaktadır.
Cumhuriyet’in başından bu yana; kamu kurumları, muhalefet partileri ve sivil toplum örgütleri konuyla ilgili “70 adet rapor” hazırlamışlardır.
Kürt sorunu hakkında rapor yazma geleneği, bazı istisnalar ve vurgu farklarıyla beraber, iki ana dönemden oluşmaktadır.
Birinci dönem, 1990 öncesi hazırlanan raporları kapsamaktadır. Bunların büyük bir kısmı devlet erkanı tarafından yazılmıştır.
İlk dönem raporlarında, Cumhuriyet’in ilk yıllarında sorunun “güvenlik” boyutuyla ele alındığı görülürken, bölgede yaşayan halka “Dağ Türkü” konuşulan dile de “Dağ Türkçesi” denildiği ortaya konulmaktadır.
Kürtlerin aslında Türk olduğu yönündeki tezler 1960 darbesiyle doruk noktasına ulaşmıştır. “Kendini Kürt sananlar” ibaresi kullanılmış, Cemal Gürsel’in, “Türkçe konuş” ve “Herkes Türk’tür” sloganları öne çıkmıştır.
İkinci dönem raporları 1990 sonrası dönemin raporları olup, önemli bir kısmı doğrudan siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları tarafından yazdırılmıştır.

1990 sonrası dönemde yapılan çalışmalarda genel olarak Kürt sorununun “demokratik yollardan çözülmesi gerektiği” fikri öne çıkmaktadır.
Birkaç örnek verecek olursak,
SHP Raporu, 1990 : “Kürtçe televizyon ve radyo yayını yapılmasının önündeki yasaklar kaldırılmalıdır. Anadil yasağı kaldırılmalı, Kürtler kendilerini hayatın her alanında özgürce ifade edebilmelidir.”
CHP Raporu, 1999 : “Kürt sorunu etnik duyarlılıklara karşı demokratik yaklaşımla çözülür.”
ANAP Raporu, 1993 : “Kürtlerin kendilerini ifade edebilecekleri düzenlemelere gidilmeli”, “Demokrasi Türkün de, Kürdün de hakkıdır.”
Adnan Kahveci Raporu, 1992 : “Kürt realitesi, Kürt kimliği ve dili kabul edilerek Kürtlerin siyasal hakları verilmelidir.”
Türk- İş Raporu, 1993 : “Kürtlerin etnik kimliğine saygı duyulmalı ve kültürel kimliklerini geliştirmeleri önündeki engeller kaldırılmalıdır.”
Türkiye Barolar Birliği Çalışması, 1999 : “Vatandaşlık kavramı yeniden düzenlenmeli ve ‘Çağdaş Vatandaşlık’ anlayışı benimsenmeli, ‘Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı’ bir üst kimlik olarak düzenlenmelidir.”
Raporlar, kendi dönemleri içinde ele alındığında, sorunun hemen hemen her boyutuna dair tespit ve çözüm önerilerinin yapıldığını ve neredeyse tartışılmayan hiçbir yönünün kalmadığını ortaya koyuyor. Bu durum Kürt sorununun çözümündeki esas sıkıntının, soruna dair yeterli bilgi sahibi olup olmamaktan çok siyasi irade geliştirme ve bunu realize etme becerisi” olarak ortaya çıktığını gösteriyor.

ÖZAL VE SHP-DYP KOALİSYON DÖNEMİ
1990’lı yılları daha detaylı inceleyecek olursak,
Kürt sorununu çözmeyi, Türkiye’nin büyümesinin ve bölgesel bir güç merkezi olmasının anahtarı olarak gören Turgut Özal’ın Kasım 1989’da Cumhurbaşkanı olmasıyla bu konuda resmi tezlerin dışında yeni bir inisiyatif ortaya çıktı.
Cumhurbaşkanı Özal, 2 Ekim 1992’de İş Dünyası Vakfı Toplantısı’ndaki konuşmasında konuyla ilgili şunları söyledi:
“Türkiye sabrederse, insanca davranırsa, bu meselenin, önünde sonunda çözülecek bir hadise olduğuna inanıyorum. Mesele zor olabilir ama aşılacak bir meseledir. Ama yılgınlığa düşmemek lazımdır. Bu meselenin Türkiye’nin entegre olmasıyla çözüleceği kanaatindeyim. Türkiye bu meselede süratle entegrasyona gidiyor.”
“(…) Bir kavganın içinde büyük bir mücadelenin hiçbirimize fayda getirmeyeceğini çok iyi bilelim. Kışkırtıcılara da kimse alet olmasın. Bazen böyle kışkırtıcılar çıkıyor ‘vuralım, kıralım işi bitirelim’. Hangi işi bitiriyorsunuz? Bugünkü modern devrede 21. asra gelirken böyle şey olur mu?”

Bu noktaya gelişte, 1991 yılında Süleyman Demirel ve Erdal İnönü’nün kurduğu DYP-SHP koalisyonu, süreci hızlandıran bir etki yaptı:
5 Eylül 1991’de SHP ile HEP arasında seçim ittifakı sağlandı, 20 Ekim 1991’de Genel Seçimler yapıldı ve HEP, SHP listelerinden 22 milletvekili çıkardı.
6 Kasım 1991’de TBMM’deki yemin töreni sırasında SHP Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana, Türkçe ettiği yeminin sonuna "Ez vê sondê li ser navê gelê kurd û tirk dixwîm (Bu yemini Türk ve Kürt halkı adına ediyorum)" ifadelerini ekledi ve TBMM karıştı.
Buna rağmen, 19 Kasım 1991’de DYP-SHP Koalisyon Protokolü imzalandı.
30 Kasım 1991’de DYP-SHP Koalisyon hükümeti güvenoyu aldı.

8 Aralık 1991’de Süleyman Demirel, koalisyon ortağı Erdal İnönü ve Genel Kurmay Başkanı dahil olmak üzere kalabalık bir heyeti yanına alarak Güneydoğu gezisine çıktı.
Demirel, “Kürt realitesini tanıyoruz” dedi.
Basın, gezi haberini, “Güneydoğu’ya çıkarma” manşetiyle verdi.
Gazeteci Fikret Bila’ya göre liderler her şeyi vermeye ve yapmaya hazırdırlar; ancak tek koşulları “üniter devletin muhafaza edilmesi”ydi.
İnönü, üniter devlet dışında çözüm dayatmanın, federatif çözüm zorlamalarının “iç savaş”a yol açacağını söylemekteydi.
Başbakan Süleyman Demirel ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü, “Güneydoğu konusunda devletin geç kaldığı” görüşünde birleşirlerken, Demirel, devlet ile halk arasındaki kopukluğun “ara rejim” sonucu olduğunu söylemekteydi.
Liderler, DYP-SHP koalisyonunun “devletle halkı barıştırmak için en büyük şans” olduğunu vurgulamaktaydılar.
Bila, liderlerin halkla diyalogunu şu şekilde naklediyordu:
“Ne istiyorsunuz?; Baraj mı..., yapalım. Yol mu..., yapalım. Üniversite mi..., kuralım. Elektrik mi..., getirelim. Su mu..., getirelim. Fabrika mı..., kuralım. Kürt kimliği mi..., kabul edelim. Kürt Enstitüsü mü..., kuralım. Söyleyin ne istiyorsunuz? Hepsini yapalım. Yeter ki üniter yapı dışında bir şey istemeyin.”
Demirel Diyarbakır’da şu tarihi konuşmasını yapmıştı:
“Türkiye, Kürt gerçeğini tanımıştır. İstanbul da Hakkâri de sizindir. Bu vatan hepimizindir.”
“Kuzey Irak’taki Kürtler kardeşimizdir. Saddam bir vahşete kalkışırsa karşısında bizi bulur.”
Bu gelişmeler sonrasında,
Koalisyon liderlerinin halk tarafından coşkuyla karşılanması karşısında PKK bundan rahatsız olmuş; bazı ilçelerde kepenk kapatma eylemleri yaptırmış ve hükümet protesto edilmişti.
Liderlerin konuşmalarında Türklerle Kürtler arasında asırlardır devam eden kardeşliğe yapılan vurgu dikkat çekmekteydi.
Söylemler şöyleydi:
“Kürt kimliği diyoruz. Artık buna karşı çıkmak mümkün değil. Türkiye, Kürt realitesini tanımak zorunda. Artık sen Kürt değilsin, Türk’sün, Orta Asya’dan beraber yola çıktık, dillerimiz yolda değişti falan diyemeyiz. Bu devleti beraber kurmuşuz. Osmanlı dağıldığında iki büyük kavim kalmış, Türkler ve Kürtler.”
“Devletimiz üniter, azınlık yok. Hepimiz bu ülkenin sahibiyiz. Türkiye’de Kürtçe konuşan vatandaş da her şeyin sahibi. Olaya böyle bakmalıyız.”
Bu yeni politika çerçevesinde, hükümet; Türkiye’de Kürtçe gazete çıkarılmasına ve kitap basılmasına izin verecek, Kürt kimliğini tanıyacak, Kürtlerin dillerini ve kültürlerini geliştirmek için Kürt Enstitüsü kurmalarına, Kürtçe ders almalarına izin verecekti.
Demirel, Kürt-Türk tartışmasının yanlış olduğunu söylerken iki şey kurmak istediklerini ifade ediyordu: Birincisi “anayasa vatandaşlığı”, ikincisi ise “anayasa vatanseverliği”.
Demirel 24.11.1992’de gazetecilere yaptığı açıklamada şunları söyledi: “Etnik farklılıklarımız zenginliğimizdir. Dil, din, ırk ayrımlarıyla birlikte ama o farkları görerek hep birlikte yaşamak, bizim asıl amacımız budur. Sen Kürt’sün, sen Çerkes'sin, sen ne isen osun fark etmez. İşte tam bu noktada anayasa vatandaşlığı geliyor. Anayasal vatanperverlik geliyor. Ülkede hep beraber bu anayasal vatandaşlığa sarılmak gerekiyor. Herkesin anayasa vatandaşı olduğunu bilmesi ve Türkiye’ye bu topluluğun bir parçası olarak sarılması gerekiyor.”
Tüm bu gelişmelerden sonra,
1992’nin son günlerinde peş peşe patlayan bombalar ve basılan jandarma karakolları toplumda infial duygusu yaratırken, en son olarak Olağanüstü Hal Bölge Valisi Necati Çetinkaya’nın kardeşine ait olan Bakırköy’deki Çetinkaya Mağazası’nın yakılması, PKK’nın çözüm isteyip istemediği konusunda akıllara soru işaretleri getirmişti.
1992 Nevruz’uyla ve devamındaki olaylarla Türkiye büyük bir şiddet ortamına sürüklenirken hem SHP’nin içindeki koalisyon hem de iktidar koalisyonu daha başlamadan büyük yara almıştı.
Koalisyon protokolünde dile getirilen açılımlar otomatikman rafa kaldırıldı.

1993 Yılının 6 Ayı
Hemen ardından 1993 yılı başından itibaren 6 ay içinde şu olaylar yaşandı:
24 Ocak 1993 Uğur Mumcu Ankara’da bombalı suikast sonucu öldürüldü.
05 Şubat 1993 ANAP Milletvekili Adnan Kahveci trafik kazasında hayatını kaybetti.
17 Şubat 1993 Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis uçak kazasında öldü.
17 Mart 1993 Abdullah Öcalan yaptığı basın toplantısında tek taraflı ateşkes ilan etti.
17 Nisan 1993 Cumhurbaşkanı Turgut Özal öldü.
07 Mayıs 1993 Demokrasi Partisi (DEP) kuruldu.
24 Mayıs 1993 Bingöl-Elazığ karayolunda teskere almış 33 er şehit edildi.
13 Haziran 1993 Tansu Çiller DYP Genel Başkanı seçildi.
25 Haziran 1993 Çiller Hükümeti kuruldu.
02 Temmuz 1993 Sivas Madımak Oteli’nde 36 kişi yakılarak can verdi.
05 Temmuz 1993 Başbağlar Köyü'nü basan PKK 33 köylüyü öldürdü.
12 Temmuz 1993 16 HEP milletvekili törenle DEP’e geçti.

Devam edeceğiz…
Yazı içerisinde yararlanılan kaynaklar:







Yorumlar