Sağ Siyasi Damarlar ve Doğu Sorunu (5-SON) Déjà vu Hissi
- Bülent Gürsoy
- 8 Ağu 2021
- 27 dakikada okunur
“Sağ Siyasi Damarlar ve Doğu Sorunu (1)” başlıklı ilk yazımda, bu yazı dizisinin; neleri içerdiğini, kaynaklarını, genel tanımlarını yaparak ve konunun kavramsal ve tarihsel/siyasal arka planını aktararak, “1945-1980 yılları arasında Türk Sağı’nın Merkez Sağ’a göre daha uçta kalan ve doktriner akımları olan Uç Sağ’ın Kürt meselesine bakışının incelenmesi hedeflenmektedir.” ifadesini kullanmış ve ”İlerleyen bölümlerde tanımlayacağımız kategorilerin başlıkları: Seküler Türkçü-Turancılar, Anaakım Milliyetçiler, Anaakım İslâmcılar ve Radikal İslâmcılar’dır.” diye belirtmiştim.
“Sağ Siyasi Damarlar ve Doğu Sorunu (1)” başlıklı yazımı bu bağlantıdan okuyabilirsiniz.
“Sağ Siyasi Damarlar ve Doğu Sorunu (2)” başlıklı yazımda “Seküler Türkçü-Turancılar ve Kürtler” konusunu ele aldım.
“Sağ Siyasi Damarlar ve Doğu Sorunu (2)” başlıklı yazımı bu bağlantıdan okuyabilirsiniz.
“Sağ Siyasi Damarlar ve Doğu Sorunu (3)” başlıklı yazımda “Anaakım Milliyetçiler ve Kürtler” konusunu ele aldım.
“Sağ Siyasi Damarlar ve Doğu Sorunu (3)” başlıklı yazımı bu bağlantıdan okuyabilirsiniz.
“Sağ Siyasi Damarlar ve Doğu Sorunu (4)” başlıklı yazımda “Anaakım İslâmcılar ve Kürtler” konusunu ele aldım.
“Sağ Siyasi Damarlar ve Doğu Sorunu (4)” başlıklı yazımı bu bağlantıdan okuyabilirsiniz.
Bu yazımda; güvenlik, kimlik ve kalkınma kavramları çerçevesinde söz konusu kategorilerin sonuncusunu irdeliyoruz.
RADİKAL İSLÂMCILAR VE KÜRTLER
Radikal İslâmcılar, 1975 sonrası şartlarda ortaya çıkmış, gençlik merkezli olup, İslâmi bir devrimi hedeflemiştir.
Soğuk Savaş sürecinde şu yayınlarla temsil edilmiştir:
Gölge (1975-1978), Akıncı Güç (1976-1978), Şûrâ (1978), Tevhid (1978-1979), İslâmî Hareket (1978-1980), Hicret (1979-1980), Akıncılar (1979-1980).
Akıncılar Derneği bu kesimin önemli yapısıdır.
Radikal İslâmcılar, 1970’lerin ortalarına kadar Anaakım İslâmcılar’ın içerisinde bir hizip iken özellikle İran Devrimi’nden etkilenerek radikalleşecek, evrensel ve devrimci bir İslâm çizgisini savunmaya başlayacaklardır. Bu kesim, MSP’yi; yumuşak, hiyerarşik, düzen partisi ve Türkiye’ye özgü bir hareket olmakla suçlamış; devrimci, taban merkezli ve evrensel bir İslâm anlayışını savunmuştur.
1970’lerin sonuna doğru kendisi de Akıncılar’dan olan İhsan Eliaçık; MSP’yi yumuşak muhalefet yapmakla eleştirdiklerini, İslâm Devleti’ne parti ve parlamenter sistemle gidilemeyeceğini, devrimci bir yol izlenmesini gerektiğine inandıklarını ve bu sebeple de Ülkücülerin kendilerini (Radikal İslâmcılar'ı) “yeşil komünist” şeklinde adlandırdıklarını ifade etmektedir.
Radikal İslâmcılar, “tağuti” düzene karşı “İslâm devleti” kurma amacında olmuşlardır. Bu kesim ayrıca, sadece Türkiye’yle değil; İran’daki, Afganistan’daki, Suriye’deki kısaca dünyadaki bütün İslâmi hareketlerle ilgilenmiş ve yayınlarında tartışmıştır. Bu çerçevede Radikal İslâmcı gazete ve dergilerde, “Türkiye Müslümanları”, “İran Müslümanları” gibi ifadeler kullanılmıştır.

Salih Mirzabeyoğlu öncülüğünde çıkan Gölge’de yayınlanan “Kapitalizm’in Bölgeci Revizyonizmi Üzerine” adlı yazının, Radikal İslâmcılar’ın çerçevesini ortaya koyduğu söylenebilir. Bu yazıda, ilk olarak Türkiye’de kendini sağ olarak tanımlayan hareketlerin sağcılıkla bir ilgisi olmadığı tespiti yapılmış ve Türkiye’deki sağ hareketlerin, dış kaynaklara dayandığı ve gerçek sağın uyanışını engelleyici bir yapıda olduğu iddia edilmiştir. Ayrıca Türkiye’de sağ hareketlerin arka planında “milletlerarası Haçlı-Yahudi ticari korporasyonlarının” olduğu öne sürülmüştür. Gölge’deki bu yazı, Türkiye’de kendini sağ şeklinde tanımlayan hareketlerin devrim stratejisine sahip olmadığını ve revizyonist olduğunu öne sürmüştür. Dergi, gerçek sağın revizyonist Sağ’dan farkının, gençliğe dayalı İslâmi devrim stratejisine sahip olmasını göstermektedir.
Bu kesim, Anaakım İslâmcılar’dan farklı olarak sağ tanımlarına, Kur’an’dan destek bulma amacında olmamış, Kur’an’daki sağ ile günümüzdeki sağın farklı olduğunu belirtmişlerdir. Dolayısıyla Radikal İslâmcılar, düzen karşıtı ve gençliğe dayanan İslâmi bir devrimi amaçlamaktadırlar. Ayrıca bu kesim, sol bir dil kullanmakta ve kapitalizmi eleştirmektedir.
1. GÜVENLİK: “İSLÂM DEVLETİ’NİN BEKASI”
Radikal İslâmcılar da tıpkı Seküler Türkçü-Turancılar, Anaakım Milliyetçiler ve Anaakım İslâmcılar gibi Soğuk Savaş sürecinde Kürt meselesini genel olarak güvenlik ekseninde tartışmışlardır. Bu kesim, Kürt meselesinin İslâm Devleti’nin bekasını tehdit ettiğini öne sürmüştür. Onlara göre, Türkiye’de Kürt meselesinin oluşmasında, dış mihrakların/dış tehditlerin ve onların maşası iç dinamiklerin/iç tehditlerin rolünün temel etken olduğu söylenebilir. Ancak Radikal İslâmcılar, diğer kategorilerden farklı olarak Kürt meselesini sadece Türkiye merkezli ele almamış, İran’daki, Irak’taki Kürt meselesini de tartışmışlardır.
Radikal İslâmcılar, güvenlik meselesini genel olarak dış ve iç tehdit olmak üzere ikiye ayırmaktadırlar.
1.1. Dış Tehditler: “CIA+MOSSAD+SAVAK+Komünistler”
Radikal İslâmcılar, Kürt meselesini başta Ruslar olmak üzere dış mihraklar üzerinden tartışmışlardır. Kürt meselesi, dış tehditlerin kışkırtması sonucu oluşan “sunî” bir mesele/güvenlik sorunu olarak ele alınmıştır. Türkiye’nin güvenliği sağlanırsa “sunî” Kürt meselesinin kendiliğinden çözüleceğine inanılmaktadır.
Radikal İslâmcılar’ın önemli yayınlarından Şûrâ’da yayınlanan “Kürtçülük / KGB - CIA” başlıklı yazıda, CIA ve KGB’nin Türkiye’de cirit attığı, bunların zaman zaman karşı karşıya, zaman zaman ise kol kola oldukları söylenmektedir. Kürtçülük ve Türkçülüğün günbegün şiddetlendiği ifade edilmiş ve Kürtçülüğün arkasında dün Batı emperyalizmi var iken bugün ise CIA ve KGB’nin olduğu iddia edilmiş ve şu uyarı yapılmıştır:
“Efendiler, ırkçılığı bırakınız. Ata ocağına incir ağacı dikmek sevdasından vazgeçiniz. Bu Türkçülük yahut Kürtçülük yapanlara hatırlatmamızdır.”

Ayrıca günümüzde “Türkiye’nin, Ortadoğu jandarmalığını yaptığı” söylenmiş, dış mihrakların desteğiyle kurulacak Kürdistan’ın da; Moskova, Pekin veya Washington’un jandarmalığı ile vazifelendirileceği öne sürülmüştür (1978).
Sedat Yenigün öncülüğünde çıkartılan İslâmî Hareket dergisi, 1 Ekim 1978 tarihli sayısında, Mardin’de sağ-sol arasında yaşanan çatışma sonrası oradaki “komünist-Kürtçü zındıklar”ı irdelemektedir. “Küfre ve Zulme Boyun Eğmeyeceğiz” adlı kapak yazısında; Kurtuluş’un Ruslara, KAWA’nın Çin ve Talabani’ye, Barzani’nin Amerika’ya; Rızgari, APO’cular, DDKD, DHKD, KOMALCI’lar ve ŞİVAN’cıların da “gene göbeğinden bu ülkelere” bağlı olduklarını ileri sürmüştür. İsrail’in de Kürt kavmiyetçilerini desteklediğini ve Kürtçülere yüklü miktarda silah verdiğini söylemişlerdir (1979).
Sedat Yenigün, Rusya’nın; Amerika, Fransa ve Baltık ülkelerinde “Kürdoloji” bölümünü kurdurduğunu ve Kürtçülük fikrini geliştirmeye çalıştığını ifade etmiştir. Ayrıca Kürtlerin tarihini de Rus Nikitine’nin yazdığını söylemiştir. Yenigün, Türkçülük ve Türkoloji’yi de Avrupalıların teşvik ettiğini belirtmiş, böylece genel olarak dış mihrakların Türkoloji ve Kürdoloji gibi bölümlerle İslâm âlemini parçalamak istediğini ima etmiştir (1979).
Gölge’de yayınlanan “Emperyalizm’in Azınlıklar Oyunu ve Kerkük” adlı yazıda, emperyalistlerin Ortadoğu’da tezgâhladığı en büyük oyunun, aynı evrensel düşünceye (İslâm) ve tarihe sahip insanları “suni, devlet-millet ayırımlarıyla bölmek” olduğu öne sürülmüştür. Bütün Müslümanların tek devlet olması gerekirken emperyalistler tarafından suni devlet ve milletlere bölündüğü söylenmiştir. Bu çerçevede Irak’taki Barzani öncülüğündeki Kürtçülüğü de emperyalistlerin desteklediği ve amaçlarının Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgelerde huzursuzluk çıkarmak olduğu iddia edilmiştir. Ayrıca Ortadoğu ülkelerindeki yöneticilerin İslâm kardeşliği yerine, emperyalistlerin çıkarına hizmet ederek, birbirlerini hor gördüklerini ifade etmiştir. Irak’ta Kürt Hareketi’nin lideri olan Barzani de eleştirilmiş, onun kendisini başrol oyuncusu sandığı, hâlbuki “kâh Rusların, kâh İngilizlerin en sonunda da Amerikalıların senaryolarında figüran olduğu” söylenmiştir. Radikal İslâmcılar, Barzani’nin emperyalistlerin çıkarı doğrultusunda kavmiyetçilik yerine İslâm’a hizmet etmesi gerektiğini belirtmişlerdir (1976).
Radikal İslâmcılar Kürt meselesini Türkiye ve Irak’ın yanı sıra İran üzerinden de ele almışlardır. Hatta İran Devrimi sonrası, devrime zarar verme ihtimali üzerinden çıkabilecek bir Kürt isyanını sürekli tartışmışlardır. Ali Bulaç, İran Devrimi sonrası telaşa düşen emperyalistlerin İran’da; Acem, Kürt, Türk ayrımı çıkarmaya çalıştığını ancak “münafıkların propagandalarının boşuna” olduğunu zira İran’da; Acem, Kürt, Türk olmadığını, “İslâm Ümmeti” olduğunu söylemiştir (1979).
Radikal İslâmcılar’ın önde gelenlerinden Selahaddin Eş Çakırgil ise Kürtlerin hem İran’da hem de Irak’ta dış güçler tarafından tahrik edildiğini ancak “Kürdistan Müslümanları”nın; Türk, Kürt, Arap, Acem ayrımını reddettiğini ve İslâm ümmetine inandığını belirtmiştir (1979).
Görüldüğü üzere Radikal İslâmcılar, Müslümanları bütün olarak ele almakta ve hepsine hitap etmekte, eğer spesifik bir yere hitap edilecekse, “Türkiye Müslümanları”, “Kürdistan Müslümanları” gibi ifadeler kullanmaktadırlar.
Akıncılar dergisinde “CIA+MOSSAD+SAVAK+Komünistler”in İran’da kavmiyetçilik çıkarmak için Kürdistan’da birleştiği ve Kürtleri tahrik ettiği iddia edilmiş, ancak “masum Müslüman Kürtler”in bu “münafıkların” niyetlerinden habersiz olduğu belirtilmiştir. Sedat Yenigün, Siyonist ve komünist iş birliği ile İran’da oynanan oyunun, bizzat “Müslüman Kürt ahali” tarafından tepelendiğini, “halktan kopuk, materyalist, ırkçı, komünist kuklalar ve ajanlar[ın] Yahudi’nin ve Rus’un ellerine verdiği silahlarla” kaçtığını belirtmiş ve Kürtlerle ilgili şunları söylemiştir: “Çünkü Kürtler dindardır; siyahın beyaza, beyazın siyaha üstünlüğünü tanımayan, ancak takva’yı ölçüde kabul eden İslâm’ın fedakâr bir kavmidir” (1979). Dolayısıyla Kürtlerin dış güçlerin oyununa gelmediği ve İran İslâm Devrimi’nin yanında durduğu belirtilmiştir.
Genel olarak Radikal İslâmcılar; Ruslar, Siyonistler, emperyalistler başta olmak üzere dış mihrakların; Türkiye, Irak ve özellikle devrim sonrası İran’ı Kürt meselesi üzerinden karıştırmak istediğini söylemişlerdir. Bu kesim, Kürt meselesini güvenlik çerçevesinde ele almış olmakla birlikte bu güvenlik sadece Türkiye için değil, genel olarak Müslümanların güvenliğidir.
1.2. İç Tehditler: “İslâm Birliği’ni Bölen Kavmiyetçiler”
Radikal İslâmcılar, Kürt meselesinde dış tehditlerin yanı sıra iç tehditlere de dikkat çekmişlerdir. Bu kesim için temel iç tehdit “kavmiyetçiler”dir. Zira onlar İslâm birliğini parçalamak istiyorlardır. Ayrıca Radikal İslâmcılar için “kavmiyetçilik” sadece iç değil aynı zamanda dış tehdittir de. Onlara göre İslâm Devleti’nin önündeki temel engel İslâm toplumunu kavmiyetlere bölmektir.
Türkçü-Turancılar ile Anaakım Milliyetçiler’in Türkiye’deki İslâmcıları “siyasi ümmetçilik” yapmakla ve Kürt meselesinde Türkiye’nin altını oymakla itham ettiklerini ele almıştık. Anaakım İslâmcılar ve Radikal İslâmcılar da milliyetçileri “kavmiyetçilik”le suçlamışlar ve Türkiye’de Kürtçülük akımının oluşmasında onların da payının olduğunu iddia etmişlerdir. Anaakım İslâmcılar’dan farklı olarak Radikal İslâmcılar, sadece Türkiye ve Kürt meselesi için değil bütün İslâm toplumu için “kavmiyetçi”liğin kötü olduğunu vurgulamışlardır. Bu kesimin Kürt meselesi hususunda en çok tartıştığı mesele kavmiyetçilik olmuştur.
Arif İnan “Irkçılık ve İslâm Birliğinin Dağılışı” adlı yazısında, Batılıların İslâm Birliği’ni dağıtmak maksadıyla son keşfettiği silahın ırkçılık ve kavmiyetçilik olduğunu söylemiştir. Kavmiyetçiliği, dünya Yahudiliğinin Batılı sömürgeci devletlerle bir amaç birliği çerçevesinde İslâm toplumlarına yönelik yeni bir Haçlı Seferi şeklinde tanımlamıştır. Ayrıca kavmiyetçilik fikrinin, İslâm toplumlarına; yurtseverlik, hakseverlik, hürriyetçilik, eşitlik peçesine bürülü olarak sokulduğunu ve dindarlığın bir gereği olarak sunulduğunu iddia etmiştir (1979).
Ayrıca Türkçülük hareketinin de “komünistler geliyor” vaveylasıyla halk desteğini arkasına aldığı söylenmiş ve Türkçülük ile Kürtçülüğün birbirini beslediği ve varlık sebeplerini birbirine borçlu olduğu iddia edilmiştir (1980). Osmanlı’nın da kavmiyetçilik belasıyla yıkıldığı, bugün de “devlet Türk devleti imiş, elbette Türkçü olacaklarmış” anlayışıyla devam edilirse aynı akıbetin kaçınılmaz olduğu vurgulanmıştır.
Recep Hasena, Türkiye’de Kürt meselesinin oluşmasında Cumhuriyet rejiminin, İslâm’a bağlılıklarından dolayı Kürtlere kininin ve Türkçülük akımı ile dış mihrak destekli komünistlerin etkili olduğunu öne sürmektedir.
İslâmî Hareket, Türkiye’nin yangın yeri olduğunu ve terörün, anarşinin ayyuka çıktığını ifade etmiş, bugün Türkiye’de Kürtçülük akımının olmasında Türkçülüğün de etkisinin olduğunu öne sürmüştür:
‘Ne mutlu Türküm sözü, Ne mutlu Kürdüm’ (…) sözünü de beraberinde getirdi. Bu da bir netice. ETKİ TEPKİ hadisesi. Türkçülük yaptığın yerde Kürtçülük çıkar” (1978).
Radikal İslâmcılar, “Ne mutlu Türküm” yerine “Elhamdülillah Müslümanım”ı önermektedirler. Selahaddin Eş Çakırgil, Türkçülük sapıklığının Kürtçülük sapıklığını doğurduğunu ifade etmiş ancak İslâm milletinin bölünmez bir bütün olduğunu söylemiş ve kavmiyetçilikleri engellemek için “Elhamdülillah Müslümanım” sözünün yaygınlaştırılması gerektiğini belirtmiştir. Çakırgil, Osmanlı’da “Kürdistan” sözünün kullanılmasından çekinilmezken Türk milliyetçiliği temelli Türkiye’de “Kürdistan” sözünün yasaklandığı ve bu durumun da halkta rahatsızlık yarattığını söylemiştir (1979).

Fatih Selim, Hicret’te yer alan yazısında, “ilmî” çalışmalarla Kürtlerin Türk olduğunu söyleyen kavmiyetçilere rağmen Doğu’da altı milyondan fazla insanın Kürtçe konuştuğunu ifade etmiş ve İsmail Cem’in Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi adlı kitabından Doğu’da Kürtçe konuşma oranlarını aktarmıştır: Bilhassa Ağrı’da halkın %64’ü, Bingöl’de %69’u, Bitlis’te %66’sı, Siirt’te %91’i, Urfa’da %61’i, Diyarbakır’da %69’u, Mardin’de %92’si başta Kürtçe olmak üzere ayrı diller konuşuyorlardır. Selim, Doğu’nun geri bırakıldığını ve zulüm gördüğünü ancak Kürtlerin İslâm’a bağlılıklarından dolayı komünizme meyletmediğini söylemiştir. Yazar, Türkler ile Kürtler için ortak düşmanın komünizm olduğunu belirtmiş ve Türkçülere, Kürtlerle İslâm dairesinde birleşip komünistlere karşı birlikte mücadele etme çağrısı yapmıştır:
“Irkçılık akımlarıyla, Türkiye’ye Komünizm’in hâkim olmasını önlüyoruz diyerek kendilerini avutanlara deriz ki birkaç komünist öldürmekle, bataklığı kurutamazsınız. Gelin, şu ‘Türklük Gurur ve Şuurunu’ bir tarafa bırakıp, İslâm’ın; cihanşümulluğuna, kardeşliğine, kucaklayıcılığına teslim olun ve Türk-Kürt İslâm dairesinde birleşip, komünizm dâhil her türlü akıma birlikte karşı koyun” (1979).
Ali Bulaç da Türkçülerin Doğu’dan gelenlere “Kürtçü” muamelesi yaptığını, birçok İslâmcı Kürdün kendilerine yapılan muameleden sonra Kürtçü olduğunu söylemiştir. Bulaç, Müslüman Kürtlerin Doğu’da Marksist-Kürtçülerle boğaz boğaza mücadele ettiğini ancak Batı’ya gelince ise “Kürtçü” damgası yediğini belirtmiştir. Hatta Bulaç, kendisinin Mardin Arabı olduğunu ancak Batı’ya gelindiğinde kendisine de Kürtçü muamelesi yapıldığını ifade etmiştir (1979).
Anaakım Milliyetçiler’in 1970’lerin sonuna doğru İslâmcılarla mücadele çerçevesinde Nizâm-ı Âlem gibi dergilerle İslâm vurgusunu arttırdığını, “Kanımız aksa da zafer İslâm’ın” gibi sloganları kullanmaya başladığını belirtmiştik. Radikal İslâmcılar, “Kanımız aksa da zafer İslâm’ın” diyen Anaakım Milliyetçiler’in takiye yaptıklarını ve İslâm’ı sömürdüklerini söylemişlerdir (1979).
Bu iki kesim arasındaki sözlü tartışma kavgaya da dönüşecek zaman zaman kavmiyetçiler Akıncılara saldıracak ve kurşunlayacaktır. Hatta Ülkücüler 28 Şubat 1979’da Fatih Camii avlusunda önde gelen Akıncılar’dan Metin Yüksel’i öldüreceklerdir. Yüksel’in öldürülmesi İslâmcı gençlik için kırılma noktası olmuş ve Radikal İslâmcılar, aktif mücadeleye geçmişlerdir. Ertuğrul Zengin, İran Devrimi ve Metin Yüksel’in öldürülmesi sonrası Radikal İslâmcılar’ın pasif mücadeleden aktif mücadeleye geçtiğini ve “radikalleştiğini” dile getirmiştir.
Radikal İslâmcılar; Kars, Diyarbakır, Tunceli ve Ardahan’ın kurtarılmış bölge haline getirildiğini, buralara TİKKO’dan pasaport alamayanın giremeyeceğini söylemişlerdir. Komünist-Kürtçülerin Diyarbakır’ı başkent haline getirmeye çalıştığı; Antep, Mardin, Iğdır, Bitlis’te ise egemen hale gelmek üzere olduğu, bu şehirlerdeki halkın göç etmeye başladığı ve Hükümet’in de bütün bu yaşananlara seyirci kaldığı belirtilmiştir (1978).
Radikal İslâmcılar, özellikle 1978-1979 Ecevit İktidarını komünist-Kürtçülere karşı seyirci kalmakla suçlamışlardır. Ecevit döneminde komünistlerin yaptığı eylemlerde, “Kürdara Azadi”, “Bağımsız Kürdistan” gibi sloganlar attığı, Kızıl Yıldız bayrağı açtığı, Enternasyonel Marşı çaldıkları ancak Hükümetin gene ses çıkarmadığı ifade edilmiştir. Ayrıca Ecevit hükümetinin; “bölücü”, “mezhepçi” ve “komünist”; TÖB-DER, DİSK gibi yapılar karşısında pasif kaldığı hatta onlara alan açtığı söylenmiştir.
Radikal İslâmcılar, komünist-Kürtçülerle Doğu’da mücadele etmişler bu çerçevede konferanslar, mitingler düzenlemişlerdir. Akıncılar’ın öncülüğünde 15 Nisan 1979’da Tatvan’da “Faşizm ve Komünizme Lanet, Hak’ka Davet Mitingi” düzenlemişlerdir. Mitinge katılan Çakırgil, gençlerin “Biz Müslümanız, Türk-Kürt ayrımı gibi İslâm’ın reddettiği bölücülüğün peşinden gitmeyiz. Düşmanların, 'parçala yok et' taktiklerine kanmayacağız” dediklerini aktarmıştır. Ayrıca bu mitingde, dönemin Başbakanı Ecevit’in komünist-Kürtçüleri kast ederek “Doğu’da yangın var” sözleri eleştirilmiş ve Doğu’da çözümün İslâm olduğu belirtilmiştir.
Genel olarak Radikal İslâmcılar, Türkiye’de Kürt meselesini dış ve iç tehditler üzerinden ele almışlardır. Ancak çözümün devletin “güvenliği” sağlaması yerine, kurulmasını istedikleri “İslâm Devleti”nde olduğunu söylemişlerdir. Ayrıca Irak ve özellikle İran’ı da ele alarak Kürt meselesini tartışmışlardır. Radikal İslâmcılar’ın Kürt meselesinde temel tehdidi “kavmiyetçiler” olmuş, özellikle onları eleştirmişler ve onların faaliyetlerinin engellenmesi gerektiğini belirtmişlerdir.
2. KİMLİK: “KÜRT MESELESİNİN ÇARESİ İSLÂM’DIR”
Soğuk Savaş sürecinde Radikal İslâmcılar, Kürtlerin varlığını kabul etmiş, İslâm Devleti çerçevesinde; Kürtlerin, Türklerin, Arapların kısaca Müslüman halkların İslâm çatısı altında toplanmasını arzulamış ve bu çerçevede Kürt meselesinin çözümünün İslâm olduğunu söylemişlerdir. 1970’lerin sonuna doğru belirginleşmeye başlayan bu kesim, Kürt meselesini sürekli gündem etmiş ve tartışmıştır.
Radikal İslâmcılar’dan Selahaddin Eş Çakırgil, Kürt meselesini tartışanların başında gelmekte ve yazılarında sık sık Kürt meselesini ele almaktadır. Çakırgil, Türkiye devletinin İslâm’ı dışlayarak laiklik ve Türk milliyetçiliği üzerine kurulduğunu ve Türk milletinin diğer kavimlerden üstün olduğunu öne sürdüğünü, bu durumun Türkçülük akımına zemin hazırladığını ve onlara karşılık olarak da Kürtçülük hareketinin doğduğunu söylemektedir (1979).
Çakırgil, Kavmiyet temelli Batılı ideolojilerin bölücü, İslâm’ın ise birleştirici olduğunu belirtmiş ve İslâm’da sadece küfür ve Müslüman milleti ayrımı olduğunu ifade etmiştir:
“İslâm’da millet aynı inanç etrafında birlemiş olan insan topluluğu demek olduğuna göre ve bütün insanlar da temelde İslâm ve küfür milleti diye temelde ikiye ayrıldığına göre; Kürt, bir inancın ismi midir ki, bir millet olsun, keza; Türk, Arap, Japon, İngiliz, Kızılderili, sarı derili, zenci vs. bunlar bir inanç mıdır ki, bunlara bir “millet” diyelim (1978).”
Çakırgil, Kelime-i Tevhid sancağı altında, İla-yı Kelimetullah davası uğrunda, “emr bil maruf, nehy an münker” ilkesi etrafında birleşmeyi önermektedir (1978).

Recep Hasena “İzm’lere ve ırkçılığa karşı SADECE İSLÂM – Doğu Anadolu Müslümanları” adlı yazısında, “komünist ve Amerikan fitnesi”nin Türkiye’yi parçalamak için Kürt meselesini kullandığını iddia etmektedir. Hasena, dış mihrakların yanı sıra erken Cumhuriyet döneminde laikliğin benimsenmesinin de Türkiye’de Kürt meselesinin oluşmasında etken olduğunu öne sürmektedir. Osmanlı devrinde İslâm politikası çerçevesinde birçok kavimle birlikte Kürtlerin de İslâm’a hizmet ettiği, ancak erken Cumhuriyet döneminde, Kurtuluş Savaşı’nda “kovduğumuz emperyalistlerin sefil kültürünün, rezil adetlerinin” alındığını ve bu duruma karşı Şeyh Said’lerin isyan ettiğini belirtmiştir. Yazıda, “Doğu’da 1915-1917 yılları arasındaki Rus işgalinin bile erken Cumhuriyet dönemi politikalarından ehven-i şer olduğu” iddia edilmiş zira Rusların, Kürtlerin; (imanın belirtisi olan) kültür, gelenek ve adetlerini, kılık-kıyafetlerini değiştirmediği ifade edilmiştir.
Şûrâ da Kürt meselesine İslâm çerçevesinde yaklaşmış, 27 Nisan 1978’deki sayısında Kürt meselesine girmiş ve bu yazıda; Batı emperyalizminin, Siyonistlerin, Rusların, CIA ve KGB üzerinden Türkiye’de kavmiyetçilik belasını tezgâhladığını öne sürmüştür. “Koskoca Şeriat devleti Osmanlı”nın; Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arnavut denerek parçalandığı, aynı kesim tarafından yine aynı oyunun tezgâhlandığı, yazıda ileri sürülmüş ve Türk-Kürt denerek Müslümanın Müslümana kırdırılmak istendiği vurgulanmıştır:
“Tezgâh paraca-pulca devamlı surette yağlanıyor. Kürtçülük gün be gün şiddetleniyor. Türkçülük yerinde mi sayıyor sanki… Onlar boş mu duruyor? Devlet Türk devlet imiş, elbette Türkçü olacaklarmış… Osmanlı da böyle iddialarla yıkıldı. Kavmiyetçilik belasıyla! Üstelik bugün bunlara iki güç sahiplenmiştir. Biri CIA, biri KGB. Yani, dün aynı hareketlerin arkasında yer alan Batı emperyalizmi bugün CIA ile işini görüyor, KGB ise komünistlerle…”
İslâmî Hareket’in 1 Aralık 1978’deki sayısında Kürt meselesi yukarıda tartıştığımız gibi ele alınmış, etki-tepki olarak Türkçülüğün Kürtçülüğü doğurduğu, erken Cumhuriyet döneminde, “Din-İman” bağının “laiklik-Batıcılık” uğruna feda edildiği, Şeyh Said’in şeriat ayaklanmasının Kürt isyanı diye takdim edildiği, kısaca “Tek Parti Diktatoryası” altında bir zulüm yaşandığı, Kürtler için bunun “Topyekûn” zulüm olduğu ama esas zulmün İslâm’a yapıldığı iddia edilmiştir.
Mehmed Yengüç Yenigün müstearıyla Sedat Yenigün, Türkiye’de Doğu meselesinin oluşmasını kısaca şu şekilde özetlemektedir:
“Bin yıl İslâm ile yoğrulmuş, aynı cephede 'ALLAH' diye can vermiş, mümin kardeşinin arasını önce batıcılar açtı, sonra batılılaşmanın piçi komünizm mirasa kondu. İşte Doğu Meselesi denen Avrupa’nın yeni oyununda Komünistlerin tarafındaki hikâye bu! Yarın petrol bulunca IMF ile borcu kalmayacak ve şahlanacak İslâm dolu bir Türkiye’den korkuyorlar. Ama küçük Kürt devleti vs. kurulursa körfez devletleri gibi kolay yönetebilirler (1979).”
Genel olarak Radikal İslâmcılar, Kürt meselesinin, dış güçlerin Türkiye’ye kavmiyetçiliği sokmasından ve erken Cumhuriyet döneminde uygulanan politikalarla İslâm’dan uzaklaşılmasından kaynaklandığını öne sürmekte ve çözüm olarak İslâm’ı önermektedirler. Bu kesim Kürtlerin varlığını tanımış ancak kendileri için; Kürt, Türk, Acem, Arap vs. değil İslâm’ın önemli olduğunu belirtmişlerdir. Ayrıca Kürt meselesini sadece Türkiye değil Irak ve İran boyutuyla ele almışlardır.
Dolayısıyla Radikal İslâmcılar, kurulmasını arzuladıkları İslâm Devleti’nde; Kürtlerin, Türklerin, Arapların, Acemlerin eşit haklara sahip olacağını söylemişlerdir.
3. KALKINMA: “DOĞU’SUYLA BATI’SIYLA TÜRKİYE’Yİ HUZURA KAVUŞTURACAK OLAN SADECE İSLÂM’DIR”
Radikal İslâmcılar genel olarak Doğu’nun Kemalist dönemdeki politikalarla geri bırakıldığını ve komünistlerin de bu geri kalmışlığı kullandığını öne sürmektedir. Ancak Radikal İslâmcılar, Doğu’yu kalkındırmak yerine, öncelikli olarak İslâm çatısı altında birleşmeyi önermekte ve sonrasında eşit haklara sahip Müslümanların topyekûn kalkınacağını ifade etmektedirler.
Radikal İslâmcılar, erken Cumhuriyet döneminde Kemalistlerin Doğu’yu bilerek geri bıraktığını öne sürmüşlerdir. Cumhuriyet ile birlikte İslâm’dan uzaklaşılmasına, laiklik ve milliyetçilik çerçevesinde bir devlet kurulmasına en büyük itirazın Doğu’dan geldiği iddia edilmiş ve Tek-Parti yönetiminin de Doğu’ya zulmettiği belirtilmiştir. Recep Hasena, Şeyh Said’in Cumhuriyet yönetiminin laiklik politikalarına karşı dinî bir kisveyle isyan ettiğini ve Tek-Parti idaresinin de bu isyanı bahane ederek Doğu’ya zulmettiğini ve böyle bir zulmün Rus işgalinde bile görülmediğini söylemiştir.
Selahaddin Eş Çakırgil de Tek-Parti iktidarının politikalarından dolayı Doğu’nun geri bırakıldığını ve zulüm gördüğünü söylemiştir. Çakırgil, Türkiye’nin laiklik ve Türk kavmiyeti temelli olduğunu belirtmiş ve Türk olmayan ve İslâm’a bağlı olan Doğu’nun ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüğünü ifade etmiştir. Hatta Doğu’ya bilerek okul yapılmadığını zira Tek-Parti rejiminin bu okullarda Kürtlük gibi birtakım bölücü akımlarının gelişeceğinden korktuğunu öne sürmüştür.
Benzer şekilde Fatih Selim de Kemalist devrimlere karşı çıkan ve yeri geldiğinde ayaklanan halkın zulüm gördüğü hatta Doğu’daki bazı şehirlerin topa tutulduğunu söylemiştir. Doğu’da hala aşiret sisteminin ve ağalık-şeyhlik düzenin devam ettiğini de belirtmiştir. Selim, Doğu’da komünizme meyletmenin şartlarının mevcut olduğunu ve komünistlerin de Doğu’daki halkı kışkırttığını ancak tüm bunlara rağmen Kürtlerin İslâm’a bağlılıklarından dolayı genel olarak komünist-Kürtçü olmadığını belirtmiştir. Selim de Türkiye’ye İslâm’ın bütün kucaklayıcılığının getirilmesi gerektiğini ve böylece tüm sorunların çözüleceğini savlamıştır (1979).
Genel olarak Radikal İslâmcılar, Tek-Parti iktidarının Doğu’ya zulmettiğini ve orayı ihmal ettiğini ifade etmiş, komünistlerin de bu durumu istismar ettiğini öne sürmüştür. Ancak bu kesim, spesifik olarak Doğu’nun kalkındırılmasını önermek yerine genel olarak İslâm’ı önermişlerdir. Onlara göre her derdin devası İslâm’dadır.
Dolayısıyla Radikal İslâmcılar, öncelikli olarak İslâm’a dayalı bir düzenin kurulmasını istemekte ve o yeni düzende (İslâm Devleti) kalkınma dâhil bütün sorunların çözüleceğine inanmaktadırlar.
ÖZET
RADİKAL İSLAMCILAR
Radikal İslâmcılar, genel olarak Kürt meselesine güvenlik ekseninde yaklaşmış, dış mihrakların kavmiyetçilik fikriyle İran ve Irak’taki Kürtler de dâhil olmak üzere, Kürt-Türk-Arap-Acem çatışması çıkarmaya çalıştığını ve İslâm Devleti’nin bekasını tehdit ettiğini iddia etmişlerdir. Kimi komünist-Kürtçü iç dinamiklerin/iç tehditlerin de dış mihraklara yardım ettiğini öne sürmüşlerdir. Bu kesim Kürt meselesini, dış ve iç tehditlerin kavmiyetçilik aracılığıyla (Kürt) Müslüman'ı (Türk) Müslüman'dan ayırma çabası olarak değerlenmektedir.
Radikal İslâmcılar, kavmiyetçiliği İslâm Devleti’ne giden yolda en büyük engel olarak görmektedirler zira kendileri İslâm çerçevesinde birleştirmeye çalışırken dış ve iç tehditlerin ise kavmiyetçilik çerçevesinde bölmeye çalıştığını söylemişlerdir. Ayrıca Türk-Kürt-Acem-Arap ayrımından en fazla İslâm’ın zarar gördüğünü/göreceğini düşünmektedirler.
Radikal İslâmcılar, Kürt meselesinin oluşmasında; Cumhuriyet döneminde uygulanan politikalarla İslâm’dan uzaklaşılmasının, Kürtlere zulmedilmesinin ve Doğu’nun geri bırakılmasının etkili olduğunu söylemektedirler. Ayrıca onlara göre dış ve iç tehditler de Kemalist rejimin yaptığı “zulmü”, “geri bırakmayı” istismar etmiştir. Bu kesim genel olarak Kürtlerin varlığını kabul etmiş ve Kürt meselesine çözüm olarak İslâm’ı önermiştir.
Radikal İslâmcılar, kurulmasını istedikleri İslâm Devleti’nde, Kürt-Türk-Acem-Arap vs. herkesin eşit olacağını ve dolayısıyla Kürt meselesinin de çözüleceğini düşünmektedirler.
SONUÇ
Soğuk Savaş sürecinde Uç Sağ’ın Kürt meselesine yaklaşımı, incelenen dergi ve gazeteler, taranan TBMM Tutanakları ve yapılan mülakatlar ışığında; (i) Seküler Türkçü-Turancılar, (ii) Anaakım Milliyetçiler, (iii) Anaakım İslâmcılar ve (iv) Radikal İslâmcılar olmak üzere dört kategori çerçevesinde; “güvenlik, kimlik ve kalkınma” temaları ekseninde tartışılmıştır.

Bu tezin temel argümanı, Uç Sağ’ın, Kürt meselesini, "ülkenin bekasını tehdit eden sorun" şeklinde ele aldığını, Kürtçüleri komünistlerle ilişkilendirdiğini ve bu minvalde bu meselenin komünizmle mücadele metotlarıyla ele alındığını öne sürmesidir.
Ayrıca bu tezde Uç Sağ; (i) Seküler Türkçü-Turancılar, (ii) Anaakım Milliyetçiler, (iii) Anaakım İslâmcılar ve (iv) Radikal İslâmcılar olmak üzere dört kategoriye ayrılmış, sırasıyla; Seküler Türkçü-Turancılar Kürtleri özbeöz Kürt kabul ederken, Anaakım Milliyetçiler Kürtlerin özbeöz Türk olduğunu iddia etmiş, Anaakım İslâmcılar Kürtleri İslâm-Türk milletinin unsuru şeklinde ele alırken Radikal İslâmcılar da Kürtlerin İslâm Ümmetinin bir parçası olduğunu öne sürmüştür.
Soğuk Savaş sürecinde Uç Sağ’ın dört kategorisinin de genel olarak Kürt meselesine “güvenlik” çerçevesinde yaklaştığını söyleyebiliriz. Uç Sağ, Kürt meselesinin oluşmasında dış mihraklar/dış tehditler ve iç dinamik/iç tehditlerin temel etken olduğunu ileri sürmüş ve kendi söylemini de bu noktadan hareketle belirlemiştir.
Kısaca Uç Sağ, Kürt meselesini “dış mihraklar + iç dinamikler = Kürt meselesi” şeklinde açıklamıştır. Uç Sağ, dış tehdit olarak başta Ruslar olmak üzere; Yahudiler, Ermeniler, İngilizler, Amerikalılar ve Batı Avrupa’daki ülkeleri işaret etmiştir. Ayrıca Barzani ve yurtdışında yaşayan Kürtçüler de dış tehdit olarak ele alınmıştır. İç tehdit olarak ise; DDKO, TÖB-DER, YTP, TİP ve CHP tartışılmıştır. Uç Sağ, 1960’larda TİP’i, 1970’lerde ise CHP’yi “komünist-Kürtçü” parti şeklinde ele almış ve özellikle bu iki partinin faaliyetlerine yer vermiştir.
Uç Sağ, komünist-Kürtçüler’in Türkiye’yi parçalamak için; Doğu şehirlerinde olaylar çıkardığını, üniversiteleri, liseleri, hatta ilkokulları karıştırdığını öne sürmüş ve hatta öğrenci, polis ve askeri şehit ettiğini belirtmiştir.
Uç Sağ onlara karşı faaliyetler de yürütmüş; mitingler, konferanslar düzenlemiş; Ülkücüler, Mücadeleciler, Akıncılar aracılığıyla Doğu’da güçlenmeye ve böylece “komünist-Kürtçülerin” oradaki gücünü kırmaya çalışmışlardır.
Kürt meselesi hususunda Uç Sağ’ın ana gündem maddesi güvenlik çerçevesinde dış ve iç tehditlerin faaliyetleri olmuştur. Kürt meselesini dış mihraklar ve iç dinamikler üzerinden açıklama tezi, meselenin sosyolojik ve etno-politik yönlerini görmezden gelmeye ve meseleyi suni bir şekilde ele almaya yol açabilmektedir. “Dış mihraklar ve onların çıkarına çalışan iç dinamiklerin” faaliyetleri önlenirse Kürt meselesinin kendiliğinden çözüleceğine dair algının oluşmasına zemin hazırlayabilir. Özellikle Seküler Türkçü-Turancılar, Anaakım Milliyetçiler ve Anaakım İslâmcılar dış mihrakları ve iç dinamikleri sürekli tartışmış, yayınlarında onları konu alan özel sayılar çıkarmışlardır. Radikal İslâmcılar ise görece daha az tartışmış, daha çok İslâm Devleti’ne vurgu yapmışlardır.
Uç Sağ kategorileri, Kürt meselesi hususunda birbirlerini de “iç tehdit” olarak itham etmişlerdir:
Seküler Türkçü-Turancılar ve Anaakım Milliyetçiler, genel olarak İslâmcıları “siyasi ümmetçi” olarak kodlamış ve onları; gayri millî olmakla, Arap ideolojisinin uşağı ve Kürt meselesinde Türkiye’nin altını oymakla suçlamışlardır.
Anaakım İslâmcılar ve Radikal İslâmcılar da milliyetçileri “kavmiyetçilikle” yaftalamış, onların Türkçülük yapmasının Kürtlerde Kürtçülüğe hevesi ortaya çıkardığını ve böylece İslâm birliğinin Türkiye’de parçalandığını öne sürmüşlerdir.
Uç Sağ, Kürt meselesini müstakil bir şekilde ele almak yerine; komünizmle ilişkili, “komünist-Kürtçülük” olarak değerlendirmiş ve komünistlerin Türkiye’deki emellerine ulaşmak için Kürt meselesini “araç” olarak kullandığını iddia etmişlerdir. “Komünist-Kürtçülük”te ilgi daha çok “komünistlik”te olmuş, böylece Kürt meselesi “antikomünizm politikaları” çerçevesinde çözülmeye çalışılmış ve bunda da devletle iş birliği içerisinde olunmuştur.
Buradan hareketle Uç Sağ’ın 1945-1980 yılları arasındaki temel özelliğinin komünizm karşıtlığı olduğu ve bu karşıtlığın Uç Sağ’ın başka meselelere dair politikalarını belirlemede temel etken olduğu söylenebilir.
Bu çerçevede Uç Sağ’ın Soğuk Savaş’ın ideolojisi olan antikomünizm çerçevesinde meselelere baktığı iddia edilebilir.
Dolayısıyla Kürt meselesine komünizmle mücadele çerçevesinde yaklaşılmış, komünistlik “kötü”, komünist-Kürtçülük “çok daha kötü” şeklinde değerlendirilmiştir. Başka bir ifadeyle Uç Sağ’ın ötekisi Kürtler olmamış, daha çok komünistler ve onlarla ilişkili dış mihraklar öteki kabul edilmiş, Kürtler ise onlarla ilişkili bir şekilde ele alınmıştır.
Uç Sağ nazarında Kürt meselesinin komünistlikten müstakilleşmesi, başka bir deyişle “komünist-Kürtçülük”ten “Kürtçülüğe” geçiş, 1980 sonrasına tekabül edecektir.
Soğuk Savaş sürecinde Uç Sağ’ın dört kategorisi arasında Anaakım Milliyetçiler Kürtlerin etno-politik olarak varlığını inkâr etmiş, diğer üç kategori ise örtülü ya da açık bir şekilde kabul etmişlerdir. Seküler Türkçü-Turancılar, 1950’lerde Kürtlerin kimliğini tanımak yerine onları Türk kabul etmiş ve onların içindeki “Türklüğü” çıkarma çabasında olmuşlardır. Ancak Seküler Türkçü-Turancılar, 1960 sonrası süreçte Kürtleri “iptidai, mazisiz, çirkin, hırsız, yağmacı” kısaca “aşağı ırk” oldukları ve “üstün Türk” soyuna halel getirecekleri için özbeöz Kürt kabul etmişlerdir. Kürt meselesine çözüm olarak Kürtlerden; “sessiz” olmalarını, Kürtçülük ile uğraşmamalarını ve bu topraklarda Türklerin hâkimiyetini kabul etmelerini istemiş, aksi halde onları soykırımla tehdit etmişlerdir.
Anaakım Milliyetçiler ise Kürtlerin özbeöz Türk olduğunu iddia etmiş ve onları Türk-İslâm Sentezi’nin bir parçası olarak ele almışlardır. Bu kesim, "Kürtlerin kendilerini Kürt sanmasında”, dış mihrakların etkili olduğunu düşünmekte ve onlara karşı Kürtlerin Türk olduğu tezini “bilimsel” bir şekilde kanıtlamaya çalışmaktadırlar.
Anaakım Milliyetçiler içerisinde Kon dergisi istisnası çerçevesinde Kürt kimliği tanınmış ve çözüm olarak İslâm önerilmiştir. Ancak tek sayı çıkan ve sadece Doğu’ya odaklanan bu derginin Anaakım Milliyetçiler’in Kürt meselesine bakışında bir kırılma yaratmaktan ziyade bir istisna oluşturduğu söylenebilir. Dolayısıyla Kon dergisi istisnası kenara konulursa Anaakım Milliyetçiler, Kürtlerin Türk olduğunu öne sürmüş, onları Türk-İslâm Sentezi içerisinde ele almış ve böylece Kürt meselesinin varlığını reddetmişlerdir.
Anaakım İslâmcılar, Kürtlerin varlığını zaman zaman kabul etmiş, zaman zaman ise inkâr etmiş ancak onları genellikle Türklükle ilişkilendirmiş ve Kürt meselesine çözüm olarak İslâm’ı önermişlerdir. Bu kesim, genel olarak Kürtleri “İslâm-Türk milliyetçiliğinin unsuru” olarak kabul etmişlerdir. Anaakım İslâmcılar “Türk”ü, ırktan ziyade millet olarak görmüş ve Türk’ün Türkiye’deki bütün kavimleri temsil ettiğini iddia etmişlerdir. Dolayısıyla Anadolu’daki İslâm birliğinin öncüsü Türkler olarak görülmüş ve “İslâm-Türk Sentezi” vurgusu yapılmıştır.
Son olarak Radikal İslâmcılar ise Kürtlerin varlığını kabul etmiş ve Kürt meselesine çözüm olarak İslâm’ı önermişlerdir. Radikal İslâmcılar, kurulmasını istedikleri İslâm Devleti’nde Kürt-Türk-Acem-Arap vs. herkesin eşit olacağını ve dolayısıyla Kürt meselesinin de çözüleceğini düşünmektedirler. Bu çerçevede iki İslâmcı kategori arasında Anaakım İslâmcılar, Kürt meselesine Türkiye içerisinde çözüm önermekte ve bu topraklarda da hâkim milletin Türklük olduğunu öne sürmekteyken, Radikal İslâmcılar ise Kürt meselesine, diğer Müslüman devletleri de içerisine ele alan İslâm Devleti çerçevesinde bir çözüm önermekte ve sadece İslâm’a vurgu yapmaktadırlar.
Soğuk Savaş sürecinde Uç Sağ’ın dört kategorisi arasında Seküler Türkçü-Turancılar Doğu’nun kalkındırılması gerektiğine gerek olmadığını belirtmiş, diğer üç kategori ise Doğu’nun kalkındırılması gerektiğini savunmuşlardır. Seküler Türkçü-Turancılar, Kürt meselesini “kalkınma”yla ilişkili bir sorun olarak algılamamış, zira onlara göre Doğu’nun geri kalmasının gerekçesi “aşağı ırk” Kürtlerin “tembel” olmalarıdır. Ayrıca devlet de imkânları çerçevesinde Doğu’ya yatırım yapmıştır. Anaakım Milliyetçiler ise Doğu’nun geri kalmışlığını kabul etmiş ve kalkındırılması için adımların atılmasını istemiş ve bu çerçevede Kürt meselesini, “kalkındırılması gereken geri kalmış bölge” şeklinde algılamışlardır. Bu kesim, Doğu’nun kalkındırılmasına dair tartışmaları 1960 sonrası süreçte, Kürt Hareketi’nin yükselişine paralel olarak ele almışlardır. Anaakım Milliyetçiler dış ve iç tehditlerin Doğu’nun geri kalmışlığını istismar ettiğini belirtmiş ve bunu önlemek için bir an önce Doğu’nun kalkındırılması gerektiğini ifade etmişlerdir. Dolayısıyla bu kesimin dış ve tehditlerin Kürt meselesini istismar etmesini engellemek için Doğu’nun kalkındırılması gerektiğini öne sürdüğü söylenebilir.
Anaakım İslâmcılar’ın Uç Sağ içerisinde Kürt meselesinde “kalkınma”ya en fazla vurgu yapan kesim olduğu söylenebilir. Bu kesim ayrıca, MSP’yle iktidar ortağı olduğu dönemde kalkınma fikrini görece uygulamış, Doğu’da birçok tesisin temelini atmıştır. Dolayısıyla Anaakım İslâmcılar, Soğuk Savaş sürecinde Kürt meselesini temel olarak ülkenin bekasını tehdit eden “güvenlik” sorunu şeklinde ele almış, Kürtleri İslâm-Türk Sentezi’nin parçası kabul etmiş ve Kürt meselesinin İslâm ve kalkınma çerçevesinde çözülebileceğini söylemişlerdir.
Son olarak Radikal İslâmcılar Doğu’nun geri kaldığını kabul etmiş, ancak çözüm olarak Doğu’nun kalkınması için politikalar öne sürmek yerine İslâm Devleti’nin kurulmasını önermişlerdir. Bu kesim Kürt-Türk-Acem-Arap vs. herkesin eşit haklara sahip olacağı bu devlette Doğu’nun kalkınacağını ve Kürt meselesinin de çözüleceğini söylemişlerdir. Ayrıca Radikal İslâmcılar, dış ve iç tehditlerin Doğu’nun geri kalmışlığını sömürdüğünü de iddia etmişlerdir.
Anaakım İslâmcılar ve Radikal İslâmcılar, Kürt meselesinin oluşmasında; Cumhuriyet döneminde uygulanan politikalarla İslâm’dan uzaklaşılmasının, Kürtlere zulmedilmesinin ve Doğu’nun geri bırakılmasının etkili olduğunu söylemektedirler. Bu çerçevede CHP’yi Kürt meselesinin oluşmasının sorumlusu şeklinde eleştirmişlerdir. Ayrıca CHP, 1970’lerde iktidara gelebilmek için kendi politikalarından dolayı oluşan Kürt meselesini istismar etmekle suçlanmıştır. Ayrıca onlara göre dış ve iç tehditler de Kemalist rejimin yaptığı “zulmü” ve “geri bırakılmayı” istismar etmiştir.
Soğuk Savaş sürecinde Uç Sağ’ın Kürt meselesine yaklaşımı, 1945-1960 ile 1960-1980 olmak üzere iki döneme ayrılabilir. 1945-1960 arası, Uç Sağ görece Kürt meselesiyle ilgilenmemiş, bu zaman diliminde İslâmcılar neredeyse hiç ilgilenmemiş, milliyetçiler ise birkaç yazıyla Kürt meselesi hususunda devleti uyarmışlardır. Genel olarak 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi sonrası, Uç Sağ Kürt meselesiyle ilgilenmeye başlamıştır. Bunda genel olarak Kürt Hareketi’nin; TİP, DDKO gibi yapılarda yükselişine paralel olarak Uç Sağ Kürt meselesiyle ilgilenmeye başlamış, başka bir ifadeyle Kürt Hareketinin, Kürt meselesini Uç Sağ'a dayattığı söylenebilir.
Dolayısıyla genel olarak Türkiye’de Soğuk Savaş sürecinde Uç Sağ, Kürt meselesini ülkenin bekasını tehdit eden sorun şeklinde ele almış, Kürtçüleri komünistlerle ilişkilendirmiş (“komünist-Kürtçüler”) ve bu minvalde bu meselenin komünizmle mücadele metotlarıyla ele alınması gerektiğini belirtmişlerdir.
Kısa Bir Bakış: 1980’den Günümüze Uç Sağ ve Kürtler
Bu çalışmanın esas konusu 1945-1980 yılları arası olmakla birlikte, genel resmi ortaya koymak için bu kısımda 1980’den günümüze (2020’ye) Uç Sağ’ın Kürt meselesine dair genel politikaları incelenecek. Ancak 1980 sonrası Uç Sağ dört yerine iki unsur (Anaakım İslâmcılar ve Anaakım Milliyetçiler) üzerinden tartışılacak.
Zira Seküler Türkçü-Turancılar Anaakım Milliyetçiler içerisinde varlığını devam ettirseler de 1979’larda sönümlenmiş, Radikal İslâmcılar da 80’lerin sonuyla birlikte ılımlılaşarak Anaakım İslâmcılar’a dahil olmuşlardır.
Uç Sağ’ın 1945-1989 yılları arasından farklı olarak 1980’den günümüze Kürtlere dair politikalarını beş gelişmenin ışığında oluşturduğu söylenebilir. Bunlar; (i) neoliberalizm, (ii) 12 Eylül 1980 askerî darbesi, (iii)Uç Sağ’ın yükselişi, (iv) Kürt Hareketi’nin yükselişi ve (v) Soğuk Savaş’ın bitmesidir.
“24 Ocak Kararları”yla kabul edilen neoliberalizmin ilkeleri, 12 Eylül askerî darbesiyle, hayata geçirilme fırsatı bulmuştur. Neoliberalizmle, "ithal ikameci" politikalar yerine "ihracata dayalı ekonomi" politikaları uygulanmaya başlanmış ve küresel sermayeyle uyumlu "serbest piyasa" anlayışına geçilmiştir. Refah devleti anlayışını terk eden ve sermayeye vurgu yapan bu politikalar, özellikle alt ve orta sınıfları yoksullaştırmıştır. Nitekim, neoliberalizm mağdurlarının önemli bir bölümü, ilerleyen süreçte Uç Sağ’ı desteklemeye başlamıştır. 12 Eylül rejiminin rıza üretmek için Türk-İslam Sentezi’ne başvurması da Türkiye’de Uç Sağ’ın yükselişine zemin hazırlamıştır. Yine, 12 Eylül rejiminin Kürtler üzerindeki baskıları ve uygulamaları, Kürt Hareketi’nin yükselişini hızlandırmış, PKK ile silahlı mücadele tekrar başlamış ve birçok Kürt, Avrupa’ya göçerek "Kürt diasporası"nı oluşturmuştur. Bu anlamda meselenin uluslararası boyutu derinleşmiştir. 1990’larda Kürt siyasi partileri siyasi hayatta yerini almaya başlamış, 1980’lerden itibaren Soğuk Savaş’ın sonlanma sürecine girmesi ve sol hareketin sinizme* saplanmasıyla Uç Sağ, “antikomünizm lensi”ni çıkarmıştır.
* Sinizm (kinizm): Yunan düşünürleri Antisthenes’le Diogenes’in oluşturdukları, insanın gerçek erdeme ve mutluluğa, bütün gereksinimlerinden sıyrılarak ve hiçbir değere bağlı kalmayarak ulaşabileceğini öne süren Sokratesçi öğreti.
1980 sonrası oluşan şartlar hem Uç Sağ’ın hem de Kürt Hareketinin güçlenmesine zemin hazırlamış, Soğuk Savaş’ın bitmesinin de etkisiyle Uç Sağ, Kürt meselesini “Komünist Kürtçülük yerine “Kürtçülük” olarak ele almaya başlamıştır.
1980’lerde Uç Sağ ve Kürtler
12 Eylül, Uç Sağ’ın siyasi partileri MSP ve MHP’yi kapattı ve yöneticilerine siyasi yasak getirdi. Bu süreçte özellikle Milliyetçiler yargılandı. 389 sanıklı davada Türkeş, dört buçuk yıl tutuklu kaldı. Bununla birlikte, milliyetçi kadroların önemli bir kısmı 1980’lerde Turgut Özal’ın kurduğu Anavatan Partisi (ANAP) içerisinde siyaset yürüttü ve Ülkücü siyasette İslamî doz arttı. 12 Eylül askerî darbesi sonrası devlet politikalarıyla İslâmcılık desteklendi.
Siyaset bilimci Yüksel Taşkın’a göre, bu dönemde Özal öncülüğünde, İslâm ile Kapitalizm terkibinin oluşum süreci başlamıştı. Özal, muhafazakâr kitlelere, kentlileşme ve orta sınıflaşma yolunu açmış, onları, yeni sağ değerler ve piyasayla buluşturmuştu. Özal’ın ortaya çıkardığı Müslüman orta sınıf, 1990’lar ve 2000’lerde İslâmcılık başta olmak üzere genel olarak Uç Sağ’ın tabanını oluşturacaktı.
Bu arada, Radikal İslâmcılar, 1980’lerle başlayan kapitalizm-İslâm terkibiyle birlikte ılımlılaşmış, “ekonomik fırsat alanlarının gelişmesi”yle birlikte orta sınıflaşmaya başlamıştır. Siyaset bilimci Hakan Yavuz’a göre, özellikle Refah Partisi’nin 1990’larda belediyeleri kazanmasıyla, İslâmcıların ihaleler almasına paralel olarak İslâmcılarda orta ve üst üst sınıflaşma eğilimi gözlemlenmiştir.
Dolayısıyla, 1980 sonrası neoliberal politikalar genel olarak Radikal İslamcılar’ı ılımlılaştırarak onların Anaakım İslamcılar’a dahil olmasına zemin hazırlamıştır.
Yazar ve sosyolog olan Cihan Tuğal’a göre de 12 Eylül sonrası Radikal İslâmcılar ılımlılaşmış ve “pasif devrim” aracılığıyla sisteme entegre olmuşlardır.
Anaakım İslâmcılar ise 12 Eylül sonrası Refah Partisi (RP) ile siyasete devam etmiş, Tanıl Bora’nın değerlendirmesiyle, öne sürdükleri “Adil Düzen Programı”yla neoliberal politikalara uyum sağlamışlardır. Adil Düzen hem yerleşik büyük sermayeye karşı Anadolu sermayesine vurgu yapıyor, hem de neoliberalizmin mağdur ettiği kesime hitap ediyordu.
Dolayısıyla, RP, neoliberalizmden faydalanan İslami sermaye ile zarar gören İslâmi/muhafazakâr kesime aynı anda sesleniyordu.
Uç Sağ, 1980’lerde siyaseten pek varlık gösteremese de 90’lar için umut vaat ettiğini ortaya koymuştu. Nitekim 1990’lar ve 2000’ler Uç Sağ’ın “bahar”ı olacaktı.
1884 yılında PKK’nın “Kürt meselesinin çözümünün şiddet olduğu” yönündeki kararıyla eylemlerine başlaması, ANAP iktidarının güvenlik çerçevesinde önlemler almasına neden olmuş, bu çerçevede “Geçici Köy Koruculuğu” sistemi oluşturulmuştur. 1987 yılında ise neredeyse tüm Doğu’da OHAL ilan edilmiştir.
Kürt siyasal hareketi temsilcileri 1987 genel seçimlerinde Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) çatısı altında Meclis’e girerek siyasi alanda varlık göstermişlerdir. 1989 yılında Paris Kürt Enstitüsü’nün düzenlediği “Kürt Konferansı”na katılmaları gerekçesiyle partiden ihraç edilen onbir milletvekili, 7 Haziran 1990 tarihinde, Fehmi Işıklar başkanlığında, Halkın Emek Partisi’ni (HEP’i) kurmuşlardır.
Bu kesim; HEP, DEP, …. HDP isimleriyle devam eden Kürt siyasi partileri çizgisini başlatmıştır.
Mesut Yeğen’e göre, bu olaylarla birlikte Kürt Hareketi, Türkiye siyasetinin “sabiti” haline gelmiştir.
1990’larda Uç Sağ ve Kürtler
Siyaset bilimci Haldun Gülalp’in tespitiyle, 1991 Körfez Savaşı ile 11 Eylül 2001 saldırılarına kadar, modernitenin eleştirildiği ve otantikliğe vurgu yapıldığı “kimlik siyasetleri” dünya genelinde ön plana çıkmış, 1991 genel seçimlerinde hem Uç Sağ hem de HEP Meclis’e girmiştir. Türkeş, HEP’i bölücü parti olarak ele almış, HEP’le ittifak yapan SHP’yi de bölücülüğe prim vermekle suçlamıştır.
Aynı seçime Uç Sağ, “inanalar birleşti” söylemiyle; RP, MÇP ve Islahatçı Demokrasi Parti (IDP) ittifakıyla girdi.
90’lı yıllar, merkez sağın uca, Uç Sağ’ın da merkeze yaklaştığı yıllar oldu. Seçimde %16.8 oy alan bu ittifak, Meclis’e altmış iki sandalye ile girdi. Böylece hem RP hem de MÇP, 12 Eylül sonrası süreçte Meclis’e girerek devlet nezdinde meşruiyet elde ettiler.
RP, daha önce kalesi durumunda olan; Diyarbakır, Mardin, Batman, Şırnak, Siirt, Hakkari, Muş, Van gibi illerdeki çoğunluğu SHP ile ittifak yapan HEP’e kaptırdı. Nitekim, Altan Tan’ın başını çektiği Kürt İslâmcıları, bu ittifakın oluşması sonrası partiden ayrılmışlardı.
Tan, anılarında Erbakan’ın “beni ve bu davayı yıllarca sırtlarında taşımış bulunan Müslüman Kürt kardeşlerime ihanet edemem, eli kanlıları (Ülkücü Hareket’i kast ediyor) Meclis’e taşıyamam, temiz suya necaset karıştıramam” sözleriyle milliyetçilerle ittifakı yalanladığını ancak sonrasında ittifak içerisinde yer aldığını söylemiştir. Tan, RP’nin ittifak içerisinde yer almasını, bölgenin, Türkiye’nin ve hatta Ortadoğu’nun geleceğini planlayan bir “gizli el”in dindar Kürtlerin RP içerisinde yer almasını istememesi olarak açıklamıştır.
RP’nin "hem sisteme entegre olmak hem de merkez partisi olmak" kaygısıyla bu ittifak içinde yer aldığı söylenebilir.
12 Eylül sonrası İslamcılık dozunu artıran Ülkücü Hareket, RP ve IDP ittifakıyla 1991 genel seçimlerine girerek İslam’a yönelişinin zirve noktasını görmüştür. PKK eylemlerinin artması ve Sovyetlerin çökmüş olması nedeniyle Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve Azerbaycan’ın bağımsızlıklarını kazanması süreçlerinin de etkisiyle, Türkçü-Turancı düşüncenin canlanması, 1991 seçimleri sonrasında Ülkücü Hareket’in, Türkçülük vurgusunu artırmasına neden olmuştur.
1992’de Muhsin Yazıcıoğlu’nun Türk-İslam Ülküsü’nü savunanlarla partiden ayrılarak Büyük Birlik Partisi’ni (BBP’yi) kurması Ülkücü Hareket’te milliyetçilik (Türkçülük) vurgusunun artmasını kolaylaştırmıştır.
1980’lerde Kürt meselesi daha çok güvenlik çerçevesinde ele alınırken, 90’lara gelindiğinde, güvenlik politikalarının yanı sıra hem Kürt kimliğini tanıma hem de Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgeleri kalkındırma politikaları izlenmeye başlanmıştır.
1991 genel seçimleri sonrasında kurulan DYP-SHP koalisyonu, daha kuruluş aşamasında, “Kürtçe eğitim, radyo TV yayını, enstitü kurulması, dil yasaklarının kaldırılması” gibi birtakım kültürel hakların tanınmasına yönelik görüşleri ifade etmiştir.
Koalisyon ortaklarıyla Güneydoğu’ya düzenledikleri gezide Demirel, “Kürt realitesini” tanıdığını şu sözlerle ifade etmiştir:
“Kürt kimliği diyoruz. Artık buna karşı çıkmak mümkün değil. Türkiye, Kürt realitesini tanımak zorunda. Artık, “sen Kürt değilsin, Türksün, Orta Asya’dan beraber yola çıktık, dillerimiz yolda değişti” falan diyemeyiz. Bu devleti beraber kurmuşuz. Osmanlı dağıldığında iki büyük kavim kalmış, Türkler ve Kürtler. Devletimiz üniter, azınlık yok. Hepimiz bu ülkenin sahibiyiz. Türkiye’de Kürtçe konuşan vatandaş da her şeyin sahibi. Olaya böyle bakmalıyız.”
Bu süreçte, Cumhurbaşkanı Özal da Kürt meselesinin çözümü için “federasyon da dahil her şeyi tartışmaya” açık olduğunu belirtmiştir.
Ülkücü Hareket’in bu çıkışlara tepkisi ise sert olmuş, Türkeş “Kürt realitesi”nden söz edenleri ve tüm bu çabaları, “Türkiye’yi bölme uğraşı” olarak görmüştür.
Bu dönemde, Kürt meselesinin çözümüne dair kalkınma politikaları çerçevesinde GAP - Güneydoğu Anadolu Projesi’ne ağırlık verilmiş ancak PKK ve güvenlik güçleri arasında çatışmaların yoğunlaşması nedeniyle Kürt meselesi tekrar “güvenlik” çerçevesinde ele alınmaya başlanmıştır. Bu arada, Kürt partileri kapatılmış, Demokrasi Partisi (DEP) milletvekilleri tutuklanmış, MHP "Kürt meselesinde bölünmenin ya da iç savaşın önüne geçmek için devletin askerî çözümü bir an önce uygulaması gerektiği"ni ifade etmiştir.
12 Eylül sonrası süreçte Kürt meselesi, milliyetçiler için “devlet bekası” konumuna dönüşmüştür. 12 Eylül öncesinde Türkiye’nin bekasını komünizm tehdit ederken 12 Eylül sonrası komünizmin yerini Kürt meselesi almıştır.
Bu süreçte, RP İstanbul İl Başkanlığı, MÇP ile yapılan ittifak nedeniyle Kürtlerle bozulan ilişkilerini düzeltmek için Mehmet Metiner öncülüğündeki ekibe “İslâm kardeşliği” ve “kalkınma” vurgulu “Kürt Raporu” hazırlatmıştır.
Erbakan, genel olarak Kürt meselesinin “Anadolu İslam Birliği” çerçevesinde çözüleceğini şu sözlerle ifade etmiştir:
Peki biz bu konuda ne diyoruz: “Arkadaş, sen Kürtçe konuşmak istiyorsun öyle değil mi?” “Evet”. “Peki söyle bakalım ne konuşacaksın?” “Efendim ateistlik konuşacağım, Türkiye’yi böleceğim”. O zaman sen Türkçe de konuşsan Kürtçe de konuşsan zararlısın. “Ne konuşacaksın?” “İslam kardeşliğini, birlik ve beraberliğimizi konuşacağım”. “O zaman sen istersen Ugandaca konuş, ben senin alnından öperim”.
Erbakan, 1994 yılında Bingöl’de yaptığı konuşmada, “Eğer; Türküm, doğruyum, çalışkanım” derseniz, elin oğlu da “ben de Kürdüm; daha doğru, daha çalışkanım der.” Demiş, bu konuşmadan dolayı DGM’de yargılanarak “halkı din ve ırk farklılığı gözeterek; kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek” suçundan 1 yıl hapse mahkum edilmiştir.
Türkeş Erbakan’ı bu sözlerinden dolayı eleştirmiş, “oy kaygısıyla siyasi ümmetçilik ve bölücülük yapmak”la suçlamıştır. Ancak RP bu çıkışının karşılığını 1994 yerel seçimlerinde almış, %19 oy oranıyla, İstanbul ve Ankara’nın yanı sıra Doğu ve Güneydoğu’da; Diyarbakır, Van, Şanlıurfa, Adıyaman, Muş, Ağrı, Bingöl, Bitlis, Batman, Siirt belediye başkanlıklarını kazanmıştır. Bu seçimde RP’nin Doğu’daki 10 ilde aldığı oy oranı %30’un üzerine çıkmıştır. Bu seçimde DEP, adaylarının gözaltına alınması nedeniyle seçimleri boykot etmiştir.
RP, izlediği bu politikalarla 1995 genel seçimlerinde %21,4 oy ve 158 milletvekili ile birinci parti olmuş, MHP % 8.2 oyla (reaksiyoner ortamda oyunu artırdığı halde) Meclis dışı kalmıştır.
Uç Sağ 1995 seçimlerinde toplam oy oranını %30’a çıkararak Türkiye’de siyasetin merkezine yürümeye devam etmiştir.
Erbakan, ANAP-DYP hükümetinin başarısızlığı sonrası, 28 Haziran 1996’da DYP ile koalisyon kurarak Başbakan olmuş, Türkiye’de siyasetin merkezine yerleşmiştir.
Daha öncesinde Uç Sağ, CHP-MSP ve Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerinde hükümet ortağı olmuş ancak 1995 seçimleri sonrası Başbakanlık’ı ilk kez elde etmiştir. 1997 - 28 Şubat süreciyle iktidardan uzaklaştırılan RP, “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak” gerekçesiyle, Erbakan ve arkadaşlarına siyaset yasağı konularak kapatılmıştır ve sonrasında Recai Kutan başkanlığında Fazilet Partisi (FP) kurulmuştur.
Ülkücü Hareket’e bakacak olursak, Tanıl Bora’ya göre, 1990’ların başına kadar “Kürtlerin özbeöz Türk olduğu” tezini savunurlarken, sonrasında Türkeş’in “onlar ne kadar Kürt’se ben de o kadar Kürt’üm, ben ne kadar Türk’sem onlar da o kadar Türk’tür” sözleriyle koşullu bir tanıma durumu ortaya çıkmıştır.
Not etmek gerekirse, 1990’larda Ülkücü Hareket, Nihal Atsız’ı dolayısıyla “Seküler Türkçü-Turancılık”ı yeniden keşfetmiştir. Ayrıca, Kürt karşıtlığının taban bulmasında, 90’ların ortasından itibaren reel ücret ve artan işsizliğin faturasının Batı’daki büyük kentlere göç eden Kürtlere çıkarılması da etkendir.
Bu arada, Türkeş’in, Ülkücülerin Kürtlere karşı linç girişimlerine izin vermediğini, tabanını tuttuğunu, ve terörle devletin mücadele edeceğini söylüyor olduğunu da belirtmekte yarar vardır.
Türkeş, 90’larda, Kürt-Türk çatışmasını engelleyen “Türkiye’nin supabı”, “bilge lider” şeklinde anılmaya başlanmıştır.
4 Nisan 1997’de Türkeş’in vefatı sonrasında Devlet Bahçeli MHP’nin genel başkanı olmuş, 1999 genel seçimlerinde (Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının da etkisiyle) tarihinin en yüksek oyunu almıştır.
Bu süreçte Milli Görüş’ün çözülmeye başlamış olması, Yenilikçiler ve Gelenekçiler kanatlarının oluşması, umudunu kaybeden muhafazakar kesimin de MHP’ye yönelmesi ile milliyetçi kanadın oylarının yükseldiği görülmüştür.
1999 genel seçimlerinde MHP %18 ile 129 milletvekili çıkarırken, FP %15.5 oyla 111 milletvekili çıkarmış ve Uç Sağ’ın oy oranı toplamda %35’e dayanmıştır.
Seçim sonrası MHP, Demokratik Sol Parti (DSP) ve ANAP ile koalisyon kurarak iktidar ortağı olmuştur. Koalisyon, ilk yıllarında daha çok Avrupa Birliği’ne giriş müzakerelerine odaklanmışken MHP; AB’ye tavizsiz girilmesini savunmuş, seçimde Apo’nun idam edilmesini vaat ederken AB’nin idamın kaldırılması talebi ve Kürtlerle ilgili diğer taleplerine karşı çıkmış ancak sonuçta kerhen de olsa idam etmek yerine “koz olarak kullanmak” fikrini kabul etmiştir.
İslamcı cephede ise 14 Mayıs 2000 yılındaki kongre ile Milli Görüş’teki bölünme netleşmiş ve Gelenekselcilerin temsilcisi Recai Kutan’a karşı, Yenilikçiler Abdullah Gül’ü genel başkanlığa aday göstermişlerdir. Abdullah Gül’ün kaybetmesi ve sonrasında FP’nin de “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak” gerekçesiyle kapatılması sonucu, daha merkeze yönelik politikalar izlemeyi hedefleyen Yenilikçiler Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AKP’yi) kurarak yollarına devam etmişlerdir.
2001 yılında neoliberal politikalar sonucu çıkan kriz sonrasında, 3 Kasım 2002 seçimlerinde AKP, büyük bir zaferle %34.3 oy alarak 363 milletvekili kazanmış ve Uç Sağ’ın bir bölümü tek başına iktidar olma noktasına gelmiş, Türkiye’de siyasetin merkezine yerleşmiştir.
2000’lerde Uç Sağ ve Kürtler
Siyaset bilimci Deniz Yıldırım’ın tanımlamasıyla, AKP, “sistemin organik krize sürüklendiği ve yönetenlerle yönetilenler arasındaki temsil bağlarının koptuğu koşullarda doğan bir hegemonya projesi olarak neoliberal hegemonyanın restorasyonuna ve iktidar bloğunu oluşturan egemen sınıf kesimlerinin istikrar özlemlerine” yanıt üreterek iktidara gelmiştir.
AKP, iktidar sürecinde 24 Ocak Kararları’nın tamamlayıcı politikalarını uygulayarak Kemal Derviş’in başlattığı “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nı sürdürmüş, kendi meşruiyetini sağlamak için AB’ye uyum çerçevesinde bir dizi demokratikleşme hamleleri yapmıştır.
Anaakım İslamcılar tarafından kurulan AKP, merkez siyaseti hedeflemiş, özellikle iktidarının ilk yıllarında; liberalleri, milliyetçileri, hatta kimi sosyal demokratları da kapsayan bir koalisyon görüntüsü çizmiştir. Bu süreçte; Kürt Açılımı, Alevi Açılımı, Ermeni Açılımı gibi bir dizi proje uygulamıştır. Bunlardan en çok ses getireni Kürt Açılımı olmuştur.
AKP’nin çözüm süreci boyunca Kürt meselesine dair politikalarını; ”insan hakları, demokrasi, hürriyet” çerçevesinde belirlediği söylenebilir.
OHAL’in ve DGM’lerin kaldırılmasıyla başlayan bu süreç, Erdoğan’ın Diyarbakır’da “bu ülkede Kürt sorunu vardır” çıkışıyla Kürt meselesini tanıma sürecine evrilmiştir.
AKP’nin Kürt meselesine yönelik yürüttüğü politikalar tanıma temelli olmakla birlikte bu tanıma İslâm Kardeşliği çerçevesindeydi. Bu tanıma, vatandaşlık etiğine “dinî bir karakter” kazandırarak yapılmaya çalışılmış, böylece Kürtlerin Müslümanlık üzerinden vatandaşlığa dahil edilmesi amaçlanmıştır. Erdoğan, “Selahaddin Eyyubi’nin torunları” dediği Kürtlerin varlığını “Anadolu İslâm Birliği” üzerinden tanımış ve 2007 seçimlerinde Doğu ve Güneydoğu’dan %54 civarında oy almıştır. 2011’e kadar AKP, Kürt bölgelerinden %50’den fazla oy alarak kendi hegemonyasını kurmuştur.
Bu dönemde Ülkücü Hareket, çözüm sürecinden rahatsız olan kesimleri örgütlemeye çalışmıştır. 2007 genel seçimleri öncesi Erdoğan, MHP’yi Öcalan’ı asmamakla itham etmiş, Bahçeli ise buna karşılık olarak Erzurum Mitingi’nde urgan fırlatmıştır.
MHP tarafından, 2009’da “Bin yıllık kardeşliği yaşa ve yaşat” sloganları eşliğinde miting serisi başlatılmış, yapılan mitinglerde “hepimiz askeriz, gerekirse ölürüz”, “bozkurtlar sahada AKP nerede” sloganları atılmıştır.
AKP, ortaya çıkan tepkiler üzerine, çözüm sürecini, “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi”ne evrilterek, daha milliyetçi bir yerden yürütmeye çalışmıştır.
2007 seçimlerinde AKP %46.7, MHP %14.3, 2011 seçimlerinde ise AKP %49.9, MHP %13 oy almıştır.
7 Haziran 2015 seçimleri sonrası Uç Sağ’ın iki kanadı, Kürt meselesine dair güvenlik politikaları çerçevesinde ortaklaşmıştır. 7 Haziran seçimlerinde AKP %40.1, MHP %16.3 oy almış ve AKP Meclis’te çoğunluğu kaybetmiştir. Bu kayıpta temel etken, HDP’nin %13.1 oy alarak 80 milletvekili çıkarması olmuştur.
HDP bu seçimde Doğu’da %60’ın üstünde destek almış, AKP’nin oylarını %30 civarına düşürmüştür.
7 Haziran sonrası operasyonlar başlamış, Meclis’te kaldırılan dokunulmazlıklar sonucunda HDP eşbaşkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile bu hareketin bir çok üyesi tutuklanmış, kazandıkları bütün belediyelere kayyum atanmıştır.
1 Kasım’da yapılan erken seçimde AKP oylarını %49.5’a çıkararak Meclis’te tek başına iktidar kuracak çoğunluğa erişmiştir. MHP’nin ise oyları %11.9’a düşmüştür. Bu seçim sonrası Uç Sağ’ın iki kanadı AKP ve MHP “devletin bekası” çerçevesinde, Kürt meselesinde ortaklaşma sonucu ittifak oluşturmuştur.
MHP’nin AKP ile yakınlaşmasında, parti içi muhalefetin olağanüstü kongre toplama girişimlerinin, iktidarın idari ve yargı desteğiyle engellenmesi de etkendir. Nitekim bu durum MHP içinde kopma yaratmış ve 25 Ekim 2017’de Meral Akşener liderliğinde İYİ Parti kurulmuştur.
İYİ Parti kendisini milliyetçi tanımlamakla birlikte merkez sağ partisi olma iddiasındadır. Parti tabanı daha çok; kentli, Atatürkçü, seküler milliyetçi kesimden oluşur.
İYİ Parti, 2018 seçimlerine; CHP, SP, ve Demokrat Parti ile “Millet İttifakı” çatısı altında girmiş ve Türkiye içinde %10.1 oy almıştır. 2019 yerel seçimlerinde de İstanbul, Ankara, Adana, Mersin Antalya gibi büyükşehirlerin muhalefet tarafından kazanılmasında önemli rol oynamıştır.
İYİ Parti, Kürt meselesi konusunda milliyetçi reflekslerle hareket eder, "HDP’nin kendileri için kırmızı çizgi olduğu"nu söyler.
Barış Ünlü, 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin yükselişi ve AKP’nin tek başına iktidarı kaybetmesiyle, “Türklük Krizi”nin ortaya çıktığını söyler ve bu krizin aşılması için AKP-MHP ve Ulusalcılar’ın “Türklük Sözleşmesi” etrafında ittifak yaptığını öne sürer. Bu ittifak sonradan “Cumhur İttifakı” olarak varlığını hem "2017
Anayasa’yı değiştirme referandumu"nda hem de "2018 genel ve 2019 yerel seçimleri"nde devam ettirmiştir.
Sonuçta, günümüzde Türkiye’yi Cumhur İttifakı altında Uç Sağ yönetiyor.
Bununla birlikte, AKP ve MHP’nin toplam oy oranı, %60’lardan %50’ye gerilemiştir ve bunda İYİ Parti’nin MHP’den kopmasının ve HDP’nin oylarını %12’lere çıkarmasının etkili olduğu söylenebilir.
Cumhur İttifakı, “devletin bekası” çerçevesinde Kürt meselesine güvenlik politikaları üzerinden yaklaşıyor, Millet İttifakı ise İYİ Parti’nin HDP’ye şerhi gerekçesiyle Kürtlerle ittifak yap(a)mıyor.
Dolayısıyla, günümüzde Kürt Hareketi, ana akım siyasetten dışlanmış, bunda da Uç Sağ’ın (MHP, AKP ve İYİ Parti’nin) aldığı tutum belirleyici olmuştur.
“Sağ Siyasi Damarlar ve Doğu Sorunu” Yazı Serisi Sonu
Bu yazı serisinde, Kürt Meselesi’ne yaklaşımları kapsamında merkez dışındaki sağ yelpazenin unsurlarının, 1945-1980 “Soğuk Savaş Dönemi”nde ortaya koydukları bakış açılarını inceleyen akademisyen Bayram Koca’ya ait, “Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı / Siyaset Bilimi Bilim Dalı, ‘TÜRKİYE’DE UÇ SAĞ VE KÜRTLER, 1945-1980: GÜVENLİK, KİMLİK VE KALKINMA’ Başlıklı (Kabul Edilmiş) 2019 - Doktora Tezi”nden ve bu tezi de içeren “Kürtler Aslında / Uç Sağın Kürtlere Bakışı" adlı kitabından alıntılara yer verdim.
Buraya kadarki yazılarda kendi görüşlerim yer almıyor.
Bu çalışmanın esas konusu 1945-1980 yılları arasıyken, Bayram Koca'nın “Kürtler Aslında / Uç Sağın Kürtlere Bakışı" adlı kitabının sonunda yer alan "1980’den günümüze kadar" yaşanan süreç bakımından sunulan kısa özete de yer verdim.
1980 sonrası, günümüze kadar Kürt meselesi anlamında yaşanan tüm olayları daha önce yayınlamış olduğum “Kürdün Derdi” yazı dizisinde anlatmıştım.
Göz atmak isterseniz aşağıdaki bağlantılardan söz konusu yazılara/detaylara ulaşabilirsiniz:
Kürdün Derdi -1 başlıklı yazıma ‘bu bağlantı’dan,
Kürdün Derdi -2 başlıklı yazıma ‘bu bağlantı’dan,
Kürdün Derdi -3 başlıklı yazıma ‘bu bağlantı’dan,
Kürdün Derdi -4 başlıklı yazıma ‘bu bağlantı’dan, göz atabilirsiniz.
Yararlanılan Kaynaklar
Tez: TÜRKİYE’DE UÇ SAĞ VE KÜRTLER, 1945-1980: GÜVENLİK, KİMLİK VE KALKINMA / Bayram KOCA / Doktora Tezi / Ankara, 2019
Kitap: “Kürtler Aslında - Uç Sağın Kürtlere Bakışı" / Bayram Koca / 2021







Yorumlar