Yakın Gelecek Senaryoları
- Bülent Gürsoy
- 18 Oca 2022
- 13 dakikada okunur

Cumhurbaşkanlığı ve parlamento için 2023 veya daha erken yapılacak seçimlerle ilgili farklı değerlendirmeler ve yol haritaları, her gün daha da artan bir yoğunlukta, gündemimizi işgal ediyor.
Geçtiğimiz yıllarda ve aylarda bu konuda çeşitli yazılar yazdım.
Bu kez, gelişmelere yüksekten bakmaya, resmin tamamını görmeye ve görebildiklerimi sizlere aktarmaya çalışacağım.
Normal bir demokratik ülkede, seçimlere giderken; ne anayasa, ne seçim kanunu, ne de seçimleri yöneten kurulun alacağı kararlar öngörülemez değildir, büyük tartışmalara da neden olmaz.
Bizdeki gibi rekabetçi otoriter sistemlerde ise her seçimde; anayasa, yasalar, kanun hükmünde kararnameler ve yönetmeliklerle, seçimi yöneten kurulun günlük kararları, seçimleri öngörülemez hale getirir.
Şu anda yaşadığımız tam da budur. Seçimin yapılmayacağı fikri dahil, öngörülemez her olasılık çelişkili bir şekilde öngörülüyor.
Sanırım bu “çoklu öngörme” durumu siyasi zekâmızı da geliştiriyor.
İnsanların zekâsı ve yaratıcılığı zor koşullarda daha fazla gelişir.
Bu bağlamda, yazının başlığına gelecek olursak, düşünme sınırlarımızı zorlayarak öngörmek zorunda kaldığımız senaryoları teker teker gözden geçirelim:

Mevcut Kurallar Dahilinde Seçime Hazırlanmak
16 Nisan 2017 Türkiye anayasa değişikliği referandumunda, %48.59’a karşı %51.41’lik oy oranıyla, ülkenin yönetim şekli, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen bir sisteme evrildi.
24 Haziran 2018’de eş zamanlı olarak Genel Seçim ve Cumhurbaşkanı seçimi yapıldı.
Parlamento için kurulan ve toplam %53.66 oy alan Cumhur İttifakı’nın desteğiyle, ilk turda %50 +1 koşulunu sağlayan AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, %47.41 karşıtlıkla ve %52.59 oyla Cumhurbaşkanı seçildi.
Geçen süre içerisinde 31 Mart 2019 Yerel Seçimleri’nde (yasalarda ittifaklara yer olmamakla birlikte fiili olarak) Cumhur İttifakı, %48.46’lık karşı bloğa rağmen toplamda %51.64 oranında oy aldı.
Ancak, yerel seçimlerde, CHP ve İYİ Parti’nin “Yerel Seçim İşbirliği” adı altında oluşturduğu birliktelik ile İstanbul başta olmak üzere 13 Büyükşehir ve 8 İl Belediyesi AKP ve MHP birlikteliğine rağmen kazanıldı.
Ancak, siyasi ve ekonomik veriler açısından bakıldığında CHP ve İYİ Parti’nin, “Yerel Seçim İşbirliği” adı altında kazandıkları sadece Büyükşehir ve İl Belediyelerinin coğrafi alanlarındaki; nüfusun toplam nüfusa oranı %48.67, seçmenin toplam seçmene oranı %49.60, 2020 itibarıyla GSYH’daki payı %61.50 oldu.
İki kez yapılan İstanbul seçimleri ile İstanbul’un ikinci (yenileme) seçiminde 806.000 oy farkla ve %54,22 oranıyla CHP ve İYİ Parti’nin “Yerel Seçim İşbirliği” yapılanması tarafından kazanılması ve daha önce AKP veya MHP yönetiminde olan; Ankara, Antalya, Adana, Mersin Büyükşehir Belediyelerinin CHP ve İYİ Parti’nin “Yerel Seçim İşbirliği” yönetimine geçmesi, iktidar kanadında, öncesinde siyasi alana aktardıkları devasa kaynakları ellerinden kaçırmaları nedeniyle, büyük moral bozukluğuna ve motivasyon kaybına neden oldu.

Yerel seçimlerle moral bulan CHP ve İYİ Parti ise gelecekteki Cumhurbaşkanlığı ve Genel Seçimler için, 2018’de olduğu gibi, “Millet İttifakı” adını kullanmayı sürdürerek hazırlıklara başladılar.
Saadet Partisi ve Demokrat Parti’nin 2018’de resmen yer aldıkları ittifaka, katıldıklarını ifade etmeseler de, yakın durmaları, birlikte çalışmaları ve iletişimi koparmadan, Türkiye’nin geleceğinin planlanması açısından benzer düşünceleri kamuoyuyla paylaşmaları “Millet İttifakı”nı güçlü bir noktaya taşıdı.
Yerel seçimler sonrasındaki süreç içerisinde, AKP’nin ikinci Genel Başkanı ve 26. Türkiye Başbakanı olan Ahmet Davutoğlu’nun, partisinden ayrılarak 12 Aralık 2019 tarihinde Gelecek Partisi’ni kurması ,
Yine AKP’nin, sırasıyla; Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Avrupa Birliği ile müzakerelerde Başmüzakerecilik, son olarak da Başbakan Yardımcılığı görevlerinde bulunan Ali Babacan’ın 9 Mart 2020 tarihinde DEVA - Demokrasi ve Adalet Partisi’ni kurması, özellikle AKP’de olmak üzere Cumhur İttifakı cephesinde önemli bir gedik açtı.

CHP ve İYİ Parti’nin ayrı ayrı ve Millet İttifakı olarak, Saadet Partisi ve Demokrat Parti’nin de hemfikir olduğu, sistem değişikliği fikri, “Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme Dönüş” projesi olarak masaya yatırıldı.
DEVA ve GELECEK Parti’lerinin de aynı düşüncede katılımıyla, anayasal değişikliklere baz oluşturacak şekilde, “Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme Dönüş İlkeleri” belirlendi.
Millet İttifakı’nın, aynı adla veya belki “Büyük Millet İttifakı” gibi bir isimlendirmeyle genişlemesini de gündeminde tutan, şimdilik 6 partiden oluşan yapının; geri dönüş planı, yol haritası, kadroların belirlenmesi ve dönüş sürecindeki ortak ekonomi planının oluşturması da üzerinde çalışılan konular arasında.
Tüm bu gelişmeler ve halkın geçimini zorlayarak ciddi gelecek kaygısına kapılmasına sebep olacak düzeyde ekonomi alanında ortaya çıkan kötü durum nedeniyle, kamuoyu yoklamalarında da artık net bir şekilde görüldüğü üzere, zaman içerisinde Cumhur İttifakı oylarının Toplamda %40’ların altına düştüğü tespit edildi.
Dolayısıyla, 16 Nisan 2017 Türkiye anayasa değişikliği referandumunda, “Hayır Cephesi” olarak adlandırılan seçmen kitlesinin %48.59 olan sistem karşıtlığı, 24 Haziran 2018’de %47.41 olan Recep Tayyip Erdoğan karşıtlığı oyu bu gelişmelerle %60 düzeyine çıktı.

Bu tabloyu okuyan Cumhur İttifakı bileşenleri; Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli, seçimi tekrar kazanmak üzere, iç politikada ve dış politikada hamleler yapmaya çalıştılar:
Bir yandan Mavi Vatan teorisiyle hamleler yaparken diğer yandan doğalgaz ve petrol rezervleri bulduklarını iddia ettiler. Bir yandan ABD ile uzlaşı yolları ararken öte yandan İsrail ile arayı düzeltme çabalarına giriştiler. Bir yandan savunma sanayii araçlarını gündeme getirirken bir yandan da otomobil yapımını duyurdular. Bir yandan uzaya çıkma planları anlatırken diğer yandan gökyüzünde yerli-milli sivil ve askeri uçaklar üreteceklerini anlattılar. Bir yandan Ayasofya’yı ibadete açtılar öbür yandan Yassıada’yı Demokrasi Adası ilan ettiler. Bir yandan HDP’yi kapatmaya çalışırken diğer yandan HDP’yi bölmek üzere yeni Kürt partileri kurdurmaya çalıştılar. Bir yandan Selahattin Demirtaş’ı içeride tutmaya çalışırken arka taraftan Abdullah Öcalan ile tehdit ettiler. Bir yandan Oğuzhan Asiltürk eliyle Saadet Partisi’ni parçalamaya çalıştılar diğer yandan Temel Karamollaoğlu’na Cumhur İttifakı’na katılması için kanca attılar. Bir yandan “faiz sebep enflasyon sonuç” teorisiyle faizi ve enflasyonu düşüreceklerini iddia ettiler diğer yandan defalarca yeni ekonomi programları açıkladılar. Bir yandan Anayasa değişikliği paketleri hazırladılar diğer yandan Seçim Kanunu değişikliğine uğraştılar.

Bu ve benzeri bir çok hamleyi yaptılar ve belli ki yapmaya da devam edecekler ama başarı elde edemiyorlar, daha fazlasını deniyorlar:
Millet İttifakı’nı parçalamak üzere, Kürt kartı ile HDP ilişkisi yaftalamasıyla İYİ Parti’yi zorladılar, zorlamaya devam ediyorlar. Muhalif olan herkesi, PKK’lı ve FETÖ’cü yaftalamasıyla terörist ilan ettiler. Cumhurbaşkanlığı adaylığı üzerinden CHP’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile CHP’nin İstanbul ve Ankara Belediye Başkanları olan Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ı, anket şirketleri ve yandaş medyanın manipülasyonlarıyla rekabete sürüklüyorlar.

Din kartını masaya sürerek ve tek parti dönemi hikayeleri anlatarak CHP’yi din tartışmasına girmeye zorlayarak halk nezdinde din karşıtı bir siyasi yapılanma gibi göstererek ötekileştirmeye, Millet İttifakı’nı bu noktadan da yaralayarak dağıtmaya çalışıyorlar.

Sonuç itibarıyla ne yaparlarsa yapsınlar; olmuyor, olamıyor.
Bunu net olarak görüyorlar.
Bu durumda eğer temel bir yanlışlık yapılmazsa, 6 parti veya daha fazla partinin katılımıyla, “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” kapsamında “Hayır Cephesi” bütünlüğüyle; Erdoğan karşıtlığı, sistem karşıtlığı ve ekonomik zorlukların getirdiği değişim isteğiyle %60’a varan bir oy oranıyla iktidarın değişeceği görülüyor.
Ekonomi alanının tabiriyle halk bu değişimi satın almış durumda.
Bu, normal şartlar altında gerçekleşecek olan birinci senaryo.

Seçim Öncesi Parlamenter Sistem’e Dönüş
Birinci senaryoya göre iktidarı yeniden üretemeyeceğini gördüğü taktirde AKP’nin önünde ikinci senaryoya baz teşkil edecek olan, “yetmez ama evet” hamlesi duruyor.
İkinci senaryo olarak ele alacağımız bu hamle, önümüzdeki aylarda, Haziran, Temmuz gibi, muhalefete yapacağı “madem çok istiyorsunuz, gelin masaya oturun, parlamenter sisteme dönelim” çağrısı olacaktır.
Bu çağrıya karşı MHP’nin yapabileceği hamleyi üçüncü senaryoda anlatacağım.
Önce muhalif partilerin bu hamleye nasıl cevap vereceklerine bakalım:
Muhalefetin tamamı, bugüne kadar iki temel söylemde bulundular;
1- Parlamenter sisteme dönelim.
2- Erken seçime gidelim.
Dolayısıyla, bu iki konuda da Erdoğan’dan gelecek herhangi bir kabule, karşı çıkamazlar.
Masaya oturmak zorundalar.
Tek şartları, bugüne kadar hep birlikte hazırladıkları “Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme Dönüş İlkeleri”’nin kabul edilmesi olabilir.

Bu konuda, 7 Kas 2019 tarihinde “Erken Seçim ve Parlamenter Sistem’e Dönüş” başlıklı bir yazı yazmıştım ve İYİ Parti Genel İdare Kurulu’nda gündem olduğunda anlatmıştım.
Söz konusu yazımda, AKP’nin bu noktaya geleceğinden bahsederek;
Erken seçim konusunda,
“AKP kendi içinde erken seçim kararı almadan ve diğer partilerden en az 70 milletvekili AKP’ye destek vermeden (ki bu durumda MHP’nin desteği de yetmiyor, CHP veya İYİ Parti’nin de erken seçim kararına katılması gerekiyor) bir erken seçim kararı alınamıyor.
Erken seçim istememelerine rağmen CHP ve İYİ Parti’nin, AKP tarafından alınan bir erken seçim kararına hayır demeyebileceğini hesaba katmak gerekiyor (oysa stratejik olarak belki de “hayır” demeyi ciddiyetle ve AKP-MHP’nin her türlü olası dolduruşuna rağmen elde tutmaları gerekebilir).” Önerisinde bulunmuş,
Parlamenter sisteme dönüş konusunda,
“AKP’nin Parlamenter Sistem’e geri dönme isteği olması durumunda ise özellikle CHP ve İYİ Parti’nin hayır diyemeyeceği bir durum ortaya çıkmakta ve bu durumun yönetilmesi için muhalefet açısından çok iyi düşünülmüş bir strateji geliştirilmesi gerekmekte.
Çünkü, AKP’nin yeniden parlamenter Sistem’e dönmeye karar vermesi durumunda sistemi yine kendi iktidarını üretecek şekilde dönüştürme çabası ve geçmiş örneklere bakılırsa becerisi içinde olacağının öngörülmesi gerekiyor.” diye yazmış,
Anayasa ve ilgili kanunların değiştirilmesi konusunda da,
“Anayasa değişikliğine AKP’nin de katılması ve Parlamenter Sistem’e yeniden dönülmesi durumunda, Erdoğan’ın bugünkü (%35-40 ölçeğindeki) oy oranlarıyla yeniden iktidar olma ve kendi Başbakanlığı ile hükümet etme olasılığı da oldukça güçlü görünüyor. Eski usulde kendi kararlarına uygun onay makamı olarak Cumhurbaşkanı’nı da istedikleri doğrultuda belirlemeleri kaçınılmaz olabilir.
Bu hesapla, muhalefetin zaten istediği, Parlamenter Sistem’e dönüş fikrine, AKP’nin “hodri meydan” demesi, muhalefeti “dönüş yolu”nda oldukça zorlayabilir.
Seçim kanunu çıkarmaya yeterli sayısı olan Cumhur İttifakı bileşenleri ile;
Denge-fren mekanizmaları nasıl kurulacak,
Kuvvetler ayrımı nasıl sağlanacak,
Başbakan ve Cumhurbaşkanı yetkileri nasıl paylaştırılacak,
Seçim sistemi nasıl tanımlanacak,
Demokratik bir dağılım (hakça temsil) gerçekleştirilebilecek mi,
Bunlar ve benzeri bir çok soru, uzun süren tartışmalar yaratacak, yeni gündemler oluşturacak.
Dolayısıyla, muhalefet bileşenleri olarak;
Her şeyin çok fazla ayırdında olmamız gerekiyor.
Neyi istediğimizin ve başımıza neler gelebileceğinin çok farkında olmalıyız.
Asla hazırlıksız yakalanmamalıyız.
Belki de Parlamenter Sistem’e dönelim fikrini, mevcut sistemde bir seçimle Cumhurbaşkanı’nı seçerek, bu günkü sistemin yetkileriyle ve iyi çalışılmış bir geri dönüş planıyla sistemi dönüştürme şartına bağlı olarak savunmalıyız ve bir boşluğa düşülmesine sebep olmamalıyız.
Böyle bir durumda da muhalefetin olası adayları konusunda çok iyi bir çalışma yapmalıyız.
Muhalefetin tüm unsurlarının onay vereceği ve tereddütsüz destekleyebileceği bir adayın çıkarılabilmesi için zemin hazırlamalıyız.
Aday olmayı düşünen liderlerin ise kendilerini Türkiye’nin tüm renklerinin, desteği olmasa bile itirazına maruz kalmayacak bir strateji ve buna bağlı politikalar, taktikler ve eylemler geliştirmeleri gerektiğini şimdiden ortaya koymalıyız.” diye belirtmiştim.
Bu bağlamda, parlamenter sistem koşullarımızı hazırladık. Ancak stratejimizi, dolayısıyla söylemimizi, diğer önerim olan, “Parlamenter Sistem’e dönelim fikrini, mevcut sistemde bir seçimle Cumhurbaşkanı’nı seçerek, bu günkü sistemin yetkileriyle ve iyi çalışılmış bir geri dönüş planıyla sistemi dönüştürme şartına bağlı olarak savunmalıyız.” şeklinde ortaya koyamadık.
Şimdi, bu senaryoda, “Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme Dönüş İlkeleri”ni kabul edersen varız dedik ve Erdoğan da kabul etti.
Ne yapacağız?

Masaya oturmak zorundayız.
Oturduk, Anayasa’da değişiklik çalışmalarına başladık.
Öyle böyle, müzakereler olacak.
Diyelim ki ilkelerimiz çerçevesinde, detaylandırmada, her türlü sulandırma çabasına rağmen %80-90 başarılı olduk.
Bu çalışmalar her şeye rağmen birkaç ay sürebilir.
Sonunda Anayasa’yı TBMM’de değiştirdik.
Başladık Seçim Kanunu’nu elden geçirmeye.
Bu da birkaç ay sürdü ki kanun değiştirirken, kendi sayıları yeterli olduğu için, bizi satabilirler, seçimden en yüksek faydayı sağlayacak, kendi iktidarlarını yeniden üretecek bir seçim kanunu hazırlayıp, kendi kendilerine kabul edebilirler.
Hepsi bittiğinde de en az 2 ay sonrasına seçim kararı alırlar ve eğer bu çalışmalara Temmuz’da başlanırsa 2023 baharına seçime giderler. Uzatırlarsa ki 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonraki istikşafı görüşmeleri hatırlayın, 2023 Haziran’ına kadar süreç devam eder.
Bu arada iç ve dış unsurların değerlendirmeleriyle halkın sosyolojisi nasıl olur?
Bu konuda herkes farklı düşünebilir ama bana göre dış güçler ve dış sermaye Türkiye’deki bu uzlaşmadan mutlu olur, rahatlar, bunun ekonomiye olumlu yönde yansımaları olur. Yaz aylarında sebze, meyve fiyatları, ısınma ve enerji giderlerinin azalması, turizm gelirlerinin artması, uluslararası alanda Anayasa değişikliği ile birlikte güven ortamının sağlanması vb. durumlarla ekonomide düzelmeler olur. Bunların artısı AKP ve Erdoğan’a yazar. AKP kitlesi, “Büyük lider, yine her şeyi çözdü, iktidarı sürdürecek ve bizler de paydaş olmayı sürdüreceğiz.” diye düşünür. Sonuçta da AKP iktidarı sürer.
Muhalefetin “Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme Dönüş İlkeleri” içerisinde “hükümetin kolay kurulması ama zor yıkılması” gibi maddelerin bulunması da olası AKP iktidarına zaman kazandırır.
Bu senaryoda muhalefet açısından yönetimi ele alma anlamında olası gelişme ne olabilir?
Ne olursa olsun ekonomi rahatlamayabilir, tencere kaynamaz, iyileştirmeler işe yaramaz, halk değişimi muhalefet lehine yapar, parlamentoda muhalefet çoğunluğa sahip olur, bir koalisyon veya muhalefet partilerinden birinin tek başına iktidarının ihtimali doğar. Koalisyon ihtimali, iktidarı bırakmak istemeyecek olan AKP – MHP arasında da olabilir.

Kurulacak hükümete kim onay verecek, Erdoğan yeni sistemdeki seçim sonuçlarına kadar Cumhurbaşkanlığı’nı sürdürecek mi? Kendi kendine veya muhalefet liderlerinden birine o mu görev verecek. Birinci olan parti lideri otomatikman hükümeti kurma yetkisini almış mı olacak. O, hükümeti kuramazsa, (olacaksa) güvenoyu alamazsa ikinci partinin lideri mi kendiliğinden yetkilendirilecek vs. vs. Bu konuların hepsinin, muhalefeti zor duruma düşürmeyecek şekilde çözülmesi gerekiyor.
Muhalefet iktidar olursa AKP güçlü bir muhalefet partisi olabilir. Batırdıkları ekonomi ve bozdukları dış ilişkilerin onarılması, yıkılan kurumların yeniden inşası döneminde tıpkı belediyelerde olduğu gibi AKP çığırtkanlarının saldırıları sinir bozucu olabilir.

Bu senaryoda MHP ne yapar?
Bugüne kadarki tavrına bakıldığında, başkanlık sistemine geçişin yolunu açan ve geçişe neden olan MHP’nin bu konuda AKP’nin yanında yer almak istememesi güçlü olasılık olacaktır.
Çünkü, parlamenter sisteme bu şekilde dönüldüğünde MHP’ye ihtiyaç kalmayacak ve MHP iyice küçülecektir.
Mevcut iktidar içerisinde belirleyici rolü olan ve bir anlamda; ordu, polis ve jandarmadaki etkinliğiyle, silahı da elinde tutan MHP’nin, arkasındaki güçler de göz önüne alındığında bu rolden kolayca vazgeçmesi mümkün olmayacaktır.
O zaman üçüncü senaryoya geçelim.

MHP’nin AKP’yi terk etmesi
Üçüncü senaryo olarak, MHP’nin AKP’yi bir takım gerekçelerle terk etmesi ve CHP ile İYİ Parti’ye yeni bir teklifle gelmesini ele alacağım.
Bu senaryoyu ele alırken, öncelikle 7 Haziran – 1 Kasım 2015 seçimleri arasındaki MHP tavrını ele alalım.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, o süreçte, Kemal Kılıçdaroğlu’nun, “başbakan sen ol” teklifine rağmen, muhalefette oluşabilecek her türlü iktidar olasılığını reddederek seçimlerin yenilenmesine ve AKP ile işbirliği senaryosuna oynadı.
7 Haziran - 1 Kasım arasında gelişen olayların sonucunda da devletin bekası temelli güvenlikçi anlayışla yeni iktidara destek verdi.
Bunun tek nedeni vardı: Muhalefet tarafında ve AKP karşısında kalsaydı, HDP’li veya HDP’nin dışarıdan desteklemesine ihtiyaç duyan bir hükümet seçeneği dışında başka bir seçeneği yoktu.
Oysa ki MHP’nin böyle bir kompozisyonu kabul etme olasılığı sıfır düzeyindeydi.
Bunu anlamayan, o süreçteki MHP tavrını anlayamaz.
MHP’nin tarihsel kodlarını bilen herkesin bu sonucu öngörmesi gerekiyordu.
MHP’nin şu anki pozisyonu da, gelecekteki olası konumlanması da bu bağlamda değerlendirilmeli ve senaryolar bu bilgiyle yorumlanmalı.

MHP’nin Kürt meselesi ve bu meselenin parçası olan siyasi oluşumlarla ilişkisini anlamak için aşağıdaki bilgileri gözden geçirmekte yarar olduğunu düşünüyorum:
31 Tem 2021 ve sonrasında, “Sağ Siyasi Damarlar ve Doğu Sorunu / Déjà vu Hissi” başlığı altında 5 adet yazı yazdım.
Bu yazılarımda, Türkiye’deki sağ siyasi damarların ve dolayısıyla bu damarlar içinde “Anaakım Milliyetçiler”i temsil eden MHP’nin de Kürt meselesi ile ilgili tarihsel tutumunu inceledim.
Önümüzdeki süreci analiz edebilmek için, öncelikle MHP’nin siyaset tarihindeki (geçmişteki) konumlanmasını değerlendirmekte yarar var.
MHP’nin kendisini ideolojik olarak konumlandırması; 1967’de “Dokuz Işık” doktrininin benimsenmesi, 1968’de “Ülkü Ocakları”nın kurulması ve en son 8-9 Şubat 1969 Adana Kongresi’nde “Tanrı Dağı Kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman” ülküsünün benimsenmesi ile tamamlanmıştır.
MHP’deki dönüşümde, Seyit Ahmet Arvasi'nin “Türk İslâm Ülküsü” olarak tanımladığı çizgi etkili olmuştur.
Konuyu daha anlaşılır kılmak için bir miktar daha detaylandırmak gerekirse, bu kapsamda,
1945-1980 yılları arasında, soğuk savaş döneminde, Türk sağının “Merkez Sağ”a göre daha uçta kalan ve “doktriner” akımları olan “Uç Sağ”ın (İslâmcılık ve Milliyetçilik’in) Kürt meselesine bakışını inceledim.
Uç Sağ kavramıyla kastedilen: Türk Sağı (milliyetçilik, muhafazakârlık ve İslâmcılık) içerisinde, Merkez Sağ muhafazakârlık (Demokrat Parti - DP, Adalet Partisi - AP) dışında kalan İslâmcılık ve milliyetçilik akımlarıdır.
Uç Sağ; (i) Seküler Türkçü-Turancılar, (ii) Anaakım Milliyetçiler, (iii) Anaakım İslâmcılar ve (iv) Radikal İslâmcılar olmak üzere dört kategoriye ayrılmış, sırasıyla; Seküler Türkçü-Turancılar Kürtleri özbeöz Kürt kabul ederken, Anaakım Milliyetçiler Kürtlerin özbeöz Türk olduğunu iddia etmiş, Anaakım İslâmcılar Kürtleri İslâm-Türk milletinin unsuru şeklinde ele alırken Radikal İslâmcılar da Kürtlerin İslâm Ümmetinin bir parçası olduğunu öne sürmüştür.
Uç Sağ, Kürt meselesini “erken Cumhuriyet döneminin yanlış politikaları sonucu olarak ortaya çıkan bir sorun” şeklinde değerlendirmiş, Soğuk Savaş sürecinde de komünistlerin istismar ettiğini öne sürmüştür.
İnceleme esnasında, Uç Sağ’ın, Merkez Sağ’a göre; antikomünizme, millî ve dinî değerlere ve Türkiye’nin bekasına daha fazla vurgu yaptığını tespit ettim.
Soğuk Savaş sürecinde Uç Sağ; komünizmle mücadele çerçevesinde devlet nezdinde de meşruiyet elde etmiş, millî ve dinî değerlere vurgu yapmış ve Türkiye’nin beka meselesini önemsemiştir.

Türkiye, söz konusu dönemde, Truman Doktrini ve sonradan Marshall yardımları ile nihayetinde ise NATO’ya üye olarak, “tutsak komünist” dünyaya karşı, kendisini “hür demokrat” cephede konumlandırmıştır.
Literatüre McCarthyism olarak geçen komünizmle mücadele, ABD’nin etkisi altında olan diğer ülkeler gibi Türkiye’de de yer bulmuştur.
Uç Sağ, Kürt meselesini “dış mihraklar + iç dinamikler = Kürt meselesi” şeklinde açıklamıştır.
Uç Sağ, dış tehdit olarak başta Ruslar olmak üzere; Yahudiler, Ermeniler, İngilizler, Amerikalılar ve Batı Avrupa’daki ülkeleri işaret etmiştir. Ayrıca Barzani ve yurtdışında yaşayan Kürtçüler de dış tehdit olarak ele alınmıştır. İç tehdit olarak ise; DDKO, TÖB-DER, YTP, TİP ve CHP tartışılmıştır. Uç Sağ, 1960’larda TİP’i, 1970’lerde ise CHP’yi “Komünist-Kürtçü” parti şeklinde ele almıştır.
Genel olarak bu bilgileri paylaştıktan sonra şunları ifade edebiliriz:
MHP’nin “anaakım milliyetçiler” olarak “anaakım İslâmcı” AKP ile Kürt meselesi karşısında bir araya gelmesi bir anlamda tarihsel ortak bilince karşılık gelmekle birlikte, İslâmcılar Kürt meselesini, “Müslümanlığa bağlı olan, Hazreti Muhammet’in yolundan giden Müslümanların tümü” anlamına gelen ümmet kavramına bağlı olarak, “hepimiz Müslümanız, ırkların önemi yok” fikriyle çözmek isterken, MHP, Kürt kimliğini uzunca bir süre reddettiği halde sonrasında kabul etmiş ancak çözümün, güvenlikçi politikalarda olduğunu benimsemiştir.
AKP’nin; İslâmcı Kürtlerle ilişki kurmasında sorun yokken, PKK ile bağlantılı olduğu düşünülen HDP’nin seküler seçmen tabanını oluşturan Kürtlerin oyunu almadan iktidarını yeniden üretemiyor olması, Cumhur İttifakı birlikteliğinin kırılma noktasını oluşturuyor.
MHP; Anaakım İslâmcılar’ın bakış açısıyla İslâmcı Kürtleri AKP bünyesinde Cumhur İttifakı’nın çatısı altında kabullenebiliyorken, bölücü Kürt ırkçısı olarak gördüğü HDP’nin seküler seçmen tabanını aynı kategoride kabullenemiyor.

Aynı sorunu, İYİ Parti, Millet İttifakı içerisinde yaşıyor. İYİ Parti’nin merkez (sağ) zeminine oturamaması ve merkez (sağ) değerlerine geçiş yapamaması, MHP ile aynı tarafa düşmesine sebep oluyor.
Bu anlamda, MHP için öngördüğümüz bu senaryodaki gibi, "İYİ Parti’nin de ittifaklar arası yer değiştirmesi", senaryolardan biri olabilirdi ancak, yapılan araştırmalarda, İYİ Parti’nin sistem ve Erdoğan karşıtlığı güçlü olan seküler seçmeninin, parti yönetimiyle birlikte yer değiştirmeyeceğinin görülüyor olması bu senaryoyu geçersiz kılıyor.
Diğer taraftan, CHP’nin HDP ile klişe tavırlar kapsamında bariz bir sıkıntısı olmamasına rağmen, CHP’nin bu senaryoda yer alabilmesi, ancak içindeki köklü yapı olan “ulusalcılar”ın etkinlik kazanması ve Kılıçdaroğlu’nun parti yönetiminde bu yönde bir değişime yol açması ile mümkün olabilir.
Bu bağlamda baktığımızda, zorlukları olmakla birlikte, MHP’nin, CHP ve İYİ Parti’ye teklifte bulunarak, “bölücü Kürtçü yapıları ve siyasal İslâmcı yapıları bir tarafa bırakıp, Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerine uygun olarak, milletin değerleri ile kavga etmeyen laik sosyal devleti birlikte yeniden inşa edelim” deme ihtimali üçüncü senaryo olarak önümüzdedir.
MHP kendi senaryosuyla oluşturacağı bu teklifle, bir taraftan; İslâmcı Kürtlerle iç içe olan AKP’yi terk ederek; ulusalcı yapıya bürünmüş CHP’yi kendisine partner olarak seçmek ve kendi alanını paylaşan modern milliyetçi İYİ Parti ile işbirliği içine girmek zorunda kalacak ama diğer taraftan da; siyasal İslâmcılarla bölücü Kürtçü yapıyı karşı tarafa itme olanağını elde ederek, elindeki güçleri pazarlık masasında değerlendirmek suretiyle hem devletin bekası konusunda kendi emelleri doğrultusunda sonuç almanın rahatlığını hem de devleti yeniden yapılandırmanın gücünü elde edecek.

CHP ve/veya İYİ Parti’nin bu senaryoya bakışı nasıl olabilir?:
CHP bu teklif karşısında; güvenlikçi anlayış, demokratikleşme ve özgürlükler konusundaki kaygılar ve Kürt meselesi konusunda olası devam edecek çözümsüzlükler nedeniyle sıkıntı yaşayabilir ancak, siyasal İslâmcıların iktidardan uzaklaştırılması ve bölücü Kürt siyasal hareketlerinin oyun dışı bırakılmış olması noktasında böyle bir teklife “hayır” diyemez.
İYİ Parti ise böyle bir teklife, öncesinde MHP içerisindeyken yaşanan sıkıntıların gündeme gelmesi ve yeni oyun planının kabullenilmesinde, rol dağıtımında ve güç paylaşımında sorun hissedebilecek olmasına rağmen, Türkiye’nin bekası kavramının baskısı altında itiraz edemeyecektir.
Ancak, böyle bir senaryonun hayata geçmesi durumunda, CHP ve İYİ Parti’nin son tahlilde, Cumhurbaşkanının seçilmesinden sonraki makul bir süre içerisinde yeniden parlamenter sisteme dönüş şartını ileri sürebileceğini de öngörebiliriz.

Siyasi partiler ortaya çıkan koşullara göre çözüm üretmek zorundadırlar.
7 Haziran 1 Kasım seçimleri arasında daha önce hiç umulmayacak şekilde AKP ile CHP arasında süren istikşafı koalisyon görüşmeleri ve geçmişte yaşanan CHP - MSP koalisyonu gibi örnekler, siyasette her türlü senaryonun masaya yatırılarak konuşulabileceğini göstermektedir.
Kaos Planı ve Sonrası
Dördüncü senaryo, hiçbir uzlaşının sağlanamaması ve Cumhur İttifakı’nın, kaybedecekleri bir seçime gitmemek için ortaya koyacakları gerilim senaryosu.
Tıpkı 7 Haziran – 1 Kasım 2015 döneminde yaşandığı gibi veya Gezi Olayları’nda olduğu gibi; sokakların karışması, bombaların patlaması, korku ikliminin yaratılması, bu vesileyle OHAL ilan edilerek seçimlerin iptal edilmesi ve diktatörlük düzeninin fiilen yaşama geçirilmesi.

Bu anlamda, mevcut iktidarın daha önce çeşitli durumlarda kullandığı deşifre olan mafya lideri Sedat Peker’in uyarıları net olarak hafızalarda ve kayıtlardadır.
Peker, sürekli olarak “aman dikkat edin, oyuna gelmeyin, sokağa çıkmayın” dedi. Bu ifadeler bir oyun planının olduğunu gösteriyor ki geçmiş aylarda bir takım denemelerin yapıldığı da görüldü.
Bu süreçte Peker’in sistemden uzaklaştırılması, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin hapishanede özel olarak ziyaret ettiği ve AKP’yi zorlayarak af çıkmasını sağladığı, sokaklara hakim olduğu bilinen Alaattin Çakıcı’nın çeşitli durumlarda baş göstermesi de bu tezi destekliyor.

AKP’nin SADAT örgütlenmesinin, silah kullanmalarına izin verilen bekçilerin, iktidar güdümündeki güvenlik şirketlerinin de, çıkabilecek kaosun unsuru olabilecek altyapılara sahip oldukları biliniyor.
Hitler Almanyası’nın Kahverengi Ceketliler olarak anılan SA’ları ve Siyah Gömlekliler olarak anılan SS’leri gibi paramiliter grupların da arka planda iktidar desteğiyle oluşumlar içine girdikleri, medyaya sızan bilgiler arasında.
Bir başka durum da, komşu ülkelerden biriyle OHAL ilanına zemin oluşturacak şekilde savaş çıkarma ve seçimlerin belirsiz bir şekilde ertelenmesi olacaktır.
Bu tür kaos ve savaş ortamlarında ise filmin sonu başka türlü bitebiliyor.
Sonuç itibarıyla olası durumların gerçekleşmesiyle çıkabilecek bir kaos durumunda Erdoğan’ın fiili durum yaratarak başkanlığa devam etmeye çalışması veya silahlı güçlerin olaylara el koymasıyla farklı bir yönetim anlayışının ortaya çıkabilecek olması da öngörülmelidir.

ABD merkezli düşünce kuruluşu RAND Corporation, 2020 Şubat ayında, Türkiye ile ilgili yayımladığı son raporda, “Türk ordusunun orta kademedeki subaylarının kaygılı olduğu ve darbe yapabilecekleri'ni, ABD’nin ‘demokratik muhalefetle’ hareket edeceğini, Türk Ordusunun kontrol altına alınması gerektiğini, Türkiye’nin her geçen gün Batı’dan koptuğunu…” iddia etti.
Raporda, “Bu kopmanın engellenmesi için, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın ABD için ‘anahtar muhatap’ olduğu yazıldı.
1996’da Rand Corporation bir rapor hazırlamış ve raporda; dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Tayyip Erdoğan’ın Başbakan, dönemin Refah Partisi Milletvekili Abdullah Gül’ün de Dışişleri Bakanı olacağı ifadelerine yer verilmişti ve bu senaryo 6- 7 yıl sonra 2002'den itibaren gerçekleşmişti.
Washington Yakın Doğu Araştırmaları Enstitüsü’nün, “Türk Demokrasisine Bakış: 2023 ve Ötesi” başlığını taşıyan Türkiye raporu da oldukça çarpıcı. Bu raporda da Erdoğan’ın halefi olarak “Milliyetçi ya da askerî geçmişi olan biri nihai olarak [işin sonunda] Erdoğan için daha ikna edici [zorlayıcı, mecburi] olabilir.” İfadesi yer alıyor.
Türkiye’yi iyi okuyan uluslararası kuruluşların ortaya koyduğu bu tür değerlendirmeleri de dikkate alırsak, 2023 kodlu yönetim sürecinin sonunda, devlet kurumlarının baskın renginin 'turkuaz'dan 'haki'ye dönüşmesi de şaşırtıcı olmayabilir.
SONUÇ
Bu yazımda olasılıkları kendi penceremden sıraladım. Bir çok olasılık daha vardır ve masaya yatırılabilir tabii. Onları da sizlere bırakıyorum.
Benden bu kadar.
Sevgiyle ve umutla kalın.








Yorumlar